31 Aralık 2009 Perşembe

Rutin bir yılın ardından...

Son yıllarda hayatım rutine bindi sanki... Her şey sıradan... Her şey bir öncekinin kopyası... Kendimi orta boy bir meşe ağacına benzetir oldum... İlkbaharda yaprakları açan, sonbaharda yaprakları savrulan bir meşe... Gölgesinde insanların serinlediği, dallarında kuşların, sincapların gezindiği bir meşe... Zaman zaman ağaç kakanların uğrayıp, gövdesinde kovuklar açtığı bir meşe...

2009'da öylesine bir yıldı işte... Geldi ve geçti... Şöyle bir düşündüm de... 2009 yılıydı diyebileceğim hiç bir şey gelmedi aklıma... Tek tesellim, eksta acılara ve sıkıntılara bari ev sahipliği yapmamış olmasıydı...

Çoluk çocuğa karışmış aileler için bir yazgı galiba bu rutinlik... Etrafımdaki çok sayıda ailede de gözlemliyorum aynı sıradanlığı... İşten eve, evden işe, çocukların okulu, çocukların kursu, çocukların ödevleri ekseninde dönen bir yaşam... Yaşam mı, yaşantı mı bilemiyorum artık... Belki de orta yaş sendromu denen şey... Bildiğim tek şey; bu durumun anlamsızlığı, sıkıcılığı ve boğuculuğu... Evet boğuluyorum... Penceresiz, bacasız, karanlık ve rutubetli bir odada boğuluyorum...

2010'a da bu duygularla giriyorum... Farklı bir beklentim yok anlayacağınız... Yeni yılı da aynı hislerle uğurlayacağım konusunda en ufak bir şüphem yok... Olabildiğince sıradan, olabildiğince rutin... Tek dileğim ailemde ve yakınlarımda, hatta uzağımda, acıların ve ayrılıkların olmaması... Hele zamansız ve erken ayrılık acısı göstermesin Allah'ım...

İyi yıllar diliyorum... Umarım yeni yıl insanlarımıza iyi gelir...

29 Aralık 2009 Salı

Ağıtlarım Musa için...

Musa sınıfımızdaki en ağırbaşlı arkadaşımızdı... Biraz bizden yaşlı gözükürdü nedense... Belki okula geç başladı, belki de liseden sonra bir süre ara verdi... Bilmiyorum nedenini... Hiç sormakta aklıma gelmemiş doğrusu... Ya da bizimle aynı yaşta olmasına rağmen benim gözüme öyle gözükürdü... Her neyse... Hiç önemi yok... Biz çok severdik Musa'yı... Çok cana yakındı... Ama bir ağabey kadar da mesafeli... Sulu şakalar yapılmazdı Musa'nın yanında... Hani kızdığından değil de... Olmazdı işte... Gayet ciddi gözükürdü Musa, ama bir o kadar da sevecen... Musa'nın idealleri vardı... Çakılıp kalmadı Ankara'larda... Kendini Anadolu'ya verdi... Bağrından kopup geldiği Anadolu'ya... Uzun süre taşrada görev yaptı... Hep iyi haberlerini aldık Anadolu'dan Musa'nın... Yolu düşüp uğrayanları iyi ağırlardı Musa... Herbirimize de dolu dolu selamlar yollardı... Aylık yemeklerimizde hep hayırla kulaklarını çınlatırdık Musa'nın...

Bir gün çıkageldi Musa... Benden bu kadar Anadolu hizmeti yeter diyordu... Çocuklar büyüdü artık, yerleşik düzene geçmem gerekir diyordu... Sevindik doğrusu... Özlemiştik Musa'yı... Aylık yemeklerimiz daha da zenginleşmişti... Ankara'da önemli bir göreve atandı Musa... Gurur duyduk O'nunla... Layıkıyla görev yapacağından hiç şüphemiz yoktu... Öyle de oldu... Çok sevildi Musa... Kendine güvenenleri hiç mahçup etmedi...

Ama... Ankara yaramadı Musa'mıza... Nazara geldi bir şekilde... Lise ikide okuyan kızını trafik canavarına kurban verdi Musa'mız... Sorumsuz bir ailenin ehliyeti dahi olmayan sorumsuz bir evladının neden olduğu kazaya... Kaza dediğime bakmayın, cinayet aslında... Ama mahkeme tutanaklarına kaza diye geçecek işte... Üç körpe yavrucaktan birisi yok artık... Bu gün ebediyete uğurladık kelebeğimizi... Kocatepe Camisinin geniş avlusu Musa'mızın biricik kuzusu için ağladı bu gün... Bilirim Musa'yı... Zor kaldırır bu travmayı... Nasıl bakılır o odaya... Nasıl bakılır geriye kalan onca hatıraya... Bilmiyorum... Bilemiyorum...

Ne desem boş Musa'm... "İçimdeki kor ateş..." diye başlayan dizeler demek ki böyle anlar içinmiş Musa'm... Allah sana sabırlar versin Musa'm... Allah eşine, diğer yavrularına dayanma gücü versin Musa'm... Ağıt yakmaktan başka yapabileceğim bir şey yok Musa'm... Muharrem ayındayız Musa'm... Bilirsin sabır ayıdır Muharrem Musa'm... Ya sabır Musa'm...

Yalan dünya diye boşuna söylenmemiş... Her şey boş ve yalan... Yüce Allah'ım kimselere böyle acılar yaşatmasın...

24 Aralık 2009 Perşembe

Mimlenmişim...

Sevgili Koşan Kaplumbağa tarafından mimlenmişim bu gün... Teşekkürlerimi sunuyorum kendisine... Koşan Kaplumbağa'yı zevk alarak takip ediyorum. Çok içten bir blog... İsmine de bayılıyorum doğrusu...

Her şey güzel de... Hiç beklemiyordum böyle bir mimi... Elim ayağıma dolandı desem yeridir yani... Sanırım 2010 yılı beklentilerimi soruyor hızlı kaplumbağacık...

Nereden başlasam ki... Ben ki, hiç hırsı ihtirası olmamış gariban bir yolcu... Hep mütevazi beklentiler içinde hapsolmuş bir fakir... İstemese de hep verilmiş, hep kollanmış doğal bir torpilli... Şanslı da denebilir aslında... Mütevazi koşullarda da olsa okuyabilmiş, iş bulabilmiş, sağlıklı yavrucaklara kavuşabilmiş biri... Ne istesin ki başka... Bu günlerimizi aratmasın Allah, yeter... Daha fazlasını istemek haksızlık...

Ama fakir, fukara için beklentim, dileğim çok... Yüzleri gülsün istiyorum garibancıkların... Acıları az, lokmaları bol olsun istiyorum... Umutları tükenmesin istiyorum...

Dahası mı? Ülkemdeki eğitim sisteminin düzelmesini istiyorum... SBS pistindeki çocukların tekrar oyun bahçelerine dönmelerini istiyorum... Dersanelere yer olmayan bir gelecek istiyorum... Performans ödevi adı altında velilere reva görülen işkencenin sona ermesini istiyorum... Daha az sınav istiyorum... Daha az ama, daha çok soru içeren sınavlar istiyorum...

İstiyorum... Bireyselleşebilmiş bir toplum istiyorum... Bireyselleşirken sosyal sorumluluğunu geliştirmiş bir toplum istiyorum... Duyarlı vattandaş istiyorum... Hakkını bilen, gözeten yurttaş istiyorum... Bunun kavgasını verebilen insan istiyorum... Duyarlılığını hissettirebilecek donanımda vatandaş istiyorum...

İstiyorum... Daha çok şey istiyorum... Kamu kaynaklarının yağmalanmasını durduracak mekanizmalar istiyorum... Vergisinin akibetini sorgulayacak vatandaşlar istiyorum... ADSL, GSM, sabit telefon adı altında yapılan söğüşlemenin bitmesini istiyorum... Borçsuz, taksitsiz bireyler istiyorum... Yüzü gülen toplum istiyorum... Paraya bakmayan sağlık sistemi istiyorum... Pasaportumun itibar gördüğü bir dünya istiyorum...

Sivil Toplum Kuruluşları veya meslek örgütleri adı altında faaliyet gösteren derebeyliklerin sona ermesini istiyorum... Gariban aidatları üzerine inşa edilmiş sendika şatolarının yıkılmasını istiyorum... Garibanın, madurun haklarını arayacak gerçek sivil toplum kuruluşları, melek örgütleri ve sendikalar istiyorum...

Evet istiyorum... Rüyamın gerçek olmasını istiyorum... İnsan olduğumun bilinmesini istiyorum... Çok şey istemediğimin bilinmesini istiyorum... Değerleri olan ve değerlerine sahip çıkabilen insanlar istiyorum... Aslında tek bir şey istiyorum... Geleceğimi... Bir o kadar yakın... Ama bir o kadar da uzak olan geleceğimi... Makus talihimin değişmesini...

Kendim için mi? Elimdekiler yeter bana... Soframda bir iki dilim ekmek, bir baş kuru soğan fazla bile... Haa birazcıkta huzur tabi... Onsuz neyleyeyim ben ekmeği, soğanı... Bir de annem için istediklerimi... Ne diye sormayın lütfen... Yüce rabbime ilettim dilekçemi Muharremin birinde... Bilirim kırmaz fakir kulunu... İçim çok rahat O'ndan yana...

Eğer çok israr ediyorsanız "kendin için de iste bir şeyler" diye... Eh ne diyeyim... Beş on günlük bir Hindistan veya Çin gezisi fena olmaz her halde...

Duygularımı dile getirmeme fırsat tanıdığı için sevgili Koşan Kaplumbağa'ya şükranlarımı sunuyorum... Bu vesileyle yeni yılın toplumumuz için eskilerinden daha iyi olmasını diliyorum... Tüm dostlarımın mutlu ve umutlu olmalarını temenni ediyorum...

Ben de listemdeki bazı arkadaşları mimlemek isterim ama... Kimseciklere iş çıkarmak istemiyorum... Bu nedenle isim zikretmemiş olayım en iyisi...

22 Aralık 2009 Salı

Veli toplantısı...

Hafta sonu veli toplantısı vardı... Belki daha önceleri bahsetmişimdir, oğlumuz ilkokul yedide okuyor... Yani SBS kervanında yolcu... Ben ilkokul beşten sonrasına hala "ortaokul" diyorum ya neyse... Veli toplantıları katlanılması güç toplantılardır. Bu nedenle tahammül marjı daha geniş olan eşim katılır genellikle. Ama bu defa iş başa düştü...

Müdürün açılış nutkundan (ki tahmin ettiğiniz gibi parasal konulardı) sonra sınıflara dağıldık... Hocalar teker teker sınıflara gelip, çocukların notlarını okuyor... Bu arada da notunu okuduğu çocukla ilgili ilk akla gelenleri paylaşıyor velisiyle... Not okuma işi bitince de genel değerlendirmelere geçiliyor. Buradan sonrası tam bir şenlik...

Aman allahım ne veliler var ya... Abartısız söylüyorum üçte biri kafadan çatlak... Çoğunlukla kırklı yaşların hemen başındalar... Çok konuşan beş altı kişilik bir grup var... Genellikle önlerde oturuyor bunlar... Bunların görevi hocaları eleştiriden korumak, gelen eleştirileri geri püskürtmek... Ama çok sığ cümlelerle... "Öğretmenliğin ne kadar zor bir iş olduğunu biliyor musunuz siz?" türünden... Hocaların bunlardan böyle bir beklentisi olduğundan değil, gönüllü olarak bu işe soyunmuşlar. Belki de hocalar hiç istemediği halde... Bunlara göre okulda her şey mükemmel, hocalar da süper... Sonradan öğreniyorum ki bunlar en başarılı beş altı öğrencinin velileriymiş... Okulu karargah tutmuşlar, bir nevi kadrolu veli olmuşlar... Çocukları başarılı olduğu için mi okulu karargah tutuyorlar, yoksa okulu karargah tuttukları için mi çocukları başarılı bilemiyorum. Burada bir şeyler ima etmiyorum, gerçekten bilmiyorum...

Neyse ki bunları savuşturmak zor olmadı... Biraz kararlı duruş sergileyince hemen pesettiler... Başka bir katagori veli var ki, bunlara bulaşmamayı tercih ettim doğrusu... Bunlar "tam öğretmen olmak için yaratılmış, ama daha önemli görevleri yüklenmek zorunda kaldıkları için öğretmenlikten feragat etmiş" tiplerdi... Sürekli hocalara işini öğretip durdular... Öğretmenlerin her söylediğine bir alternatifleri vardı bunların... Bunların çocuklarının başarı durumu hakkında genel bir kanaate ulaşamadım maalesef... Muhabbete gelmiş gibi bir halleri vardı sanki... Avrupadan, Amerikalardan örnekler verip durdular... Biraz travmatik bir görüntüleri vardı...

Bir kaç veliyi de başka bir kategoriye sokmak gerekir sanırım... Bunlar sürekli kendi çocuklarının konuşulmasını istiyorlardı... Sanki hocalardan duymak istedikleri özel bir cümle vardı... "Sizin çocuğunuz diğerlerinden çok farklı" gibilerinden bir cümle... Neyse ki hocaların çoğu bu tür konularda oldukça deneyimliymiş... "Özel konuşalım bunları" deyip savuşturdular bu tipleri...

Sıradan veya vasat öğrencilerin velileri diyebileceğimiz kategori ise genellikle konuşmamayı, sadece dinlemeyi tercih ettiler... Bunlara ben sözcülük etmeye çalıştım genellikle... Beş altı tane çok başarılı öğrencinin yanına niye bir bu kadar daha başarılı öğrenci katılamadığını falan sorguladım... Ama pek bir sonuç aldığım söylenemez... Haklısınız aslında falan deyip geçiştirdi hocalar...

Çok tembel bir kaç öğrencinin velisi ise gelmemişlerdi toplantıya... Belki de tembelliğin nedenleri burada yatıyordu... Pek bir kurcalayan olmadı bu hususu. Kurcalansa belki de ne sorunlar dökülecekti ortalığa... Allah bu kategorideki çocukların yardımcısı olsun...

Bir veli vardı ki, durumu hiç bir kategoriye sığmıyordu. Bunu özel olarak irdelememiz gerekiyor sanırım. Bu şahıs Fen Bilgisi hocasını bir hayli sarstı... Diğer velileri de oldukça sinirlendirdi... Konu şu... Efendim Fen Bilgisi hocası ikinci yazılıda ortaya çıkan sonuçları pek tatminkar bulmamış ve ikinci bir ikinci yazılı yapmış... Ve bu iki sınavdan hangisinde çocuk daha yüksek not almışsa, hoca ikinci sınav notu olarak onu kabul etmiş... Beyefendi buna itiraz ediyor... Efendim rekabeti hoca nasıl bozarmış... İlk sınavda yüksek not alan çocuğun günahı neymiş... Falan, filan... Fen Bilgisi hocası da gencecik, kibar mı kibar bir hanımefendi... Hoca başta anlayamadı bu kazmanın söylediklerini... Nasıl yani falan diyerek tekrar tekrar dinledi angutu... Ama kazmada en ufak bir geri adım izi gözükmedi... Hala rekabet falan deyip durdu... Duyarlı bazı veliler ortaya atıldı... Ne rekabeti, arkadaş bu çocuklar... Diğer çocukların da yüksek not alması sizi niye bu kadar geriyor ki falan demeleri kar etmedi bir türlü... Belli ki kazmanın çocuğu ilk sınavdan yüksek not alan ender çocuklardan biriydi. Ve başka çocukların da yüksek not almasını hazmedemiyordu bir türlü. Sadece onun çocuğu yüksek not almalıydı ki, tatmin (başka bir kelime yazmam gerekiyor ama yazamayorum işte) olabilsin beyefendi. Ben dahil herkesin tepesi attı ama kazma hala dediğim dedik, çaldığım düdük...

Neyse uzatmayayım... Veli toplantısından aktaracaklarım bu kadar. SBS sınavı hakkında konuşulanlardan da bir şeyler yazmak istiyordum ama fazla uzattım... Başka bir vesileyle değiniriz bu konuya artık...

Velisi kazma da olsa çocuklar çocuk işte... Saf ve temiz... Yarış atı gibi yetiştiriyoruz bir şekilde... Eskiden bir dersten 10 üzerinden 5-6 alınsa başarı sayılırdı... Şimdi çocuk 100 üzerinden 70 almış, kızıyoruz niye düşük aldın diye... Bilemiyorum vallahi...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Taşınma molası...

Hiç sevmem bu taşınma işini... Hele ev taşımasını... Uykularımı kaçırır günlerce... Neyse ki bu defa işyerim taşınıyor... Zahmeti bir kaç günde biter diye düşünüyorum...

Devlette böyledir bu işler... Sığamazsınız bir türlü... Dolaplara, odalara sığmaz olur evraklar bir süre sonra... Hepsi de vatandaştan gereksiz yere istenmiş evraklar... Noter tasdikli, şirket kaşeli, yetkili imzalı ve daha niceleri... Dolup taşarlar koridorlara... Yeni dolaplar gelir... Ama nafile... Anlarsınız ki mevcut bina yetmiyor size... Ve yeni bina... Daha büyüğü, en büyüğü... Zaten her daim getirdiğiniz yandaş, mandaş da memnun değildir mevcudundan...

Lafı uzatmayayım... Taşınıyoruz işte... Yeni bir binaya, daha büyük bir binaya... Büyük ama bir o kadar da soğuk görünen binaya... Ama özleyeceğim bu küçücük odamı... Alışmıştık aslında birbirimze... Küçüktü ama sıpsıcacıktı... İdare ediyorduk bir şekilde... Pencereme açılan yeşilliği de özleyeceğim artık... Orman Çiftliğinden arta kalan son yeşil parçayı... Elveda serçe, elveda karga...

Sanırım bir kaç gün çıkamayacağım ortalıklara... Görüşmek üzere...

11 Aralık 2009 Cuma

No technical solution problems...

Başlığa bakıp ukalalık taslayacağımı falan düşünmeyin lütfen... Konuya bodoslama dalmayayım diye kenardan dolaşıyorum da ondan... Öğrencilik yıllarımda yabancı uyruklu bir hocamız vardı... Bir hayli ilginç bir herifti... Gündüzleri bir yerlerde boya badana falan yapar, akşamları ise üstünü başını değiştirmeden derse gelirdi... Ayakkabısı, kıyafetleri hep boya olurdu... Soramazdık bu yaşam tarzına ilişkin detayları... Hele neyse dağıtmayayım konuyu...

Bu hocamız bir makaleyle kafayı bozmuştu... Konu ne olursa olsun, bir şekilde bu makaleyle bir ilinti kurulurdu... Biz de bu makaleyle bir hayli haşır neşir olduk anlayacağınız... Makale ingilizce yazılmıştı... Hem de ta 1960'lı yıllarda... Başlığı "The Tragedy of the Commons" gibi bir şeydi sanırım... Yazarı da Garrett Hardin diye biri... Makale nüfus artışı, çevre kirliliği gibi geneli ilgilendiren olası tradejiler hakkında yazılmıştı... Ama amacım bunlar değil... Bize dair bambaşka bir olaya bağlayacağım konuyu...

Bu makalede nüfus artışı, çevre kirliliği, silahlanma gibi geneli ilgilendiren sorunlara "no technical solution problems" deniyor... Yani "teknik çözümü olmayan problemler". Bu problemler sadece teknolojik veya bilimsel yöntemlerle çözülemez deniyor makalede... Hatta kanunlarla, yönetmeliklerle yasaklama yoluna gidilerek de çözülemez deniyor... Çözüm paketinizde teknolojik ve bilimsel yöntemler kadar, insani değerler ve ahlaka dair de bir şeyler olmalı diye ilave ediliyor... Yani sorunun çözümünde "konu" kadar, konunun "öznesi" olan insan da önemli denmek isteniyor... Bu da bir kaç nesli kapsayacak bir eğitim süreciyle mümkün olabilir herhalde...

Her neyse fazla dağıttık konuyu... Konu Bursa'daki maden ocağında yaşanan göçük ve onlarca insanımızın pisi pisine ölmesi... Daha cenazelere bile ulaşılamamışken yeri ve zamanı mıydı demeyin lütfen... Tam zamanı... Zaten üç gün sonra unutup gideceğiz nasıl olsa... Toplumsal hafızamız daha uzağa gidemiyor maalesef... Aslında konuyu sadece dün yaşanan maden ocağı göçüğü ile sınırlı tutmaya da gerek yok... Daha önce yaşanan onlarca göçükler... Hızlandırılmış tren, hızlı tren kazaları... Pistin dışına taşan uçak görüntüleri... Piste 300 metre kala patates tarlasına inen THY uçağı görüntüleri... Tüp patlaması sonucu 20 gencecik çocuğa mezar olan kuran kursu görüntüleri... Hepsi aynı kapıya çıkıyor... Cehalet, umursamazlık, vurdumduymazlık, açgözlülük... En önemlisi de vicdansızlık... İnsana değer vermeme yani... Bu hadiseler aslında sadece bize özgü de değil... Bize benzeyen her yerde... Somali'de, Bangladeş'te, Hindistan'da... Ve diğerlerinde...

Haberlere baktım da... Neymiş dinamit kullanarak üretim yapılıyormuş... Neymiş denetimler zamanında yapılıyormuş ama tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için firmaya süre verilmiş... Geçiniz beyler... Dinamit kullanılmasa ne olur ki... Zonguldak'ta dinamit kullanılmadığı için mi kaza olmuyor hiç? Kaza dediğime bakmayın, uygun kelime bulamadım da onun için... Veya ne denetimi... Kimi kandırıyorsunuz siz... Adet yerini bulsun o kadar... Belli formlar doldurulsun, bir kaç yetkili (!) imzalasın görev tamam... Şimdi gelsin izzet ikramlar... Hemen cezalar aklınıza gelmesin lütfen... Bu işlerin çözümü ceza ile falan olmaz... Bilimsel ve teknolojik donanım bile bir noktaya kadar işler... Olay insanda biter, insanda! Gerisi hikaye... Ocağın sahipleri, başındaki yöneticileri insan olmalı, insan... Ama adam gibi adam... Maiyetindekinin canını, kendi canı gören bir adam... Ağlayan bir yetimi, kendi yetimi gören bir adam... Ağlayan bir dulun çığlıklarında ruhu parçalanmış bir adam... Bu ocaktan yenecek ekmek artık bana haram diyebilecek bir adam... Var mı böyle bir adam peki... Hiç sanmam...

Bundan sonra olacakları söyleyeyim size... Üç beş gün ah vah denilecek, ölenlerin yakınlarına çeşitli vaatlerde bulunulacak... En önemlisi de ölenlerin varsa çocuklarına, yoksa yakınlarına ocakta iş verilecek olay tatlıya bağlanacak... Ya travmalar? Onlar ocağın dışındaki konular... Ateş düştüğü yeri yakar... Orada dumanlar tütmeye devam edeck maalesef... Kaza denecek, kader denecek... Teselli aranacak bir şekilde... Herkes sabır dileyecek... Sabır da neye sabır... Nereye kadar sabır... Çaresizlik çeşmesinden damlayan tek kelime... Sabır.

Haberleri izlerken yüreğim parçalanacak... Baba feryadıyla inleyen kuzucuklara buğulu gözlerle bakacağım... Göz yaşlarımı çocuklarımdan gizlemek için alnımı kaşıyor numarası yapacağım... Biliyorum ki ateş yine gariban ocağına düştü... Hep öyle olur... Bir patlama oldu dendi mi, anlarım ki bir gariban öldü... Bu kez çok gariban öldü maalesef... Ya garibanların yetimleri... Allah dayanma gücü versin onlara...

10 Aralık 2009 Perşembe

Torpil...

Hiç sevmem bu kelimeyi… Haksızlığı, hak gaspını ifade etmiştir hep benim için… Birini kenara itiverip yerine geçmeyi… Mazeretiniz de hazır yani… Ne yapayım, bu ülkede işler böyle yürüyor abi… Gerçekte işler nasıl yürüyor inanın fazla bir bilgim yok… Ama affedersiniz “sevmediğin pok…” misali sürekli karşıma çıkıp durur bu kelime… Allaha çok şükür hayatım boyunca hiç tevessül etmedim bu kelimenin ifade ettiği atraksiyonlara… Niye mi bu konuya girdim? Anlatayım müsaadenizle…

Bu günlerde Maliye Bakanlığı’nda bir sınav varmış… Vergi Denetçisi mi, Vergi Denetmeni mi ne öyle bir şey işte… Efendim yazılı sınavı yapılmış, 1.500 kişi kazanmış… Bu günlerde mülakat sınavı yapılacakmış ve 500 kişi alınacakmış… Yani bin kişi elenecek… Ankara’dayız ya… Mutlaka bir tanıdığın vardır etkili yerlerde diye bana da geliyor eş dost… Torpil için yani… Bana gelene kadar da daha nerelere gitmişler sormayın… "Kelin merhemi olsa…" misali elimizden fazla bir şey gelmiyor ama… Neyse amacım farklı zaten…

Efendim takıldığım nokta şu… 500 kişi alınacak yere niçin 1.500 kişi çağrılır… Beş yüz kişi alacaksan, sınavda başarı gösteren ilk beş yüz kişiyi çağırır başlatırsın olur biter… Başarıysa başarı işte… Bu mülakat neyin nesi… Mülakat sınavında neyi keşfedeceksin, yazılı sınavında keşfedemediğin… Bu çocukların umutlarıyla, hayalleriyle niye oyun oynayıp durursunuz… Bu çocukların kaşına, gözüne mi bakacaksınız mülakat dediğiniz sınavda… Yoksa boyuna, postuna mı ha? Hadi işin niteliği gereği kekeme falan olanları elemek istiyorsunuz… Bu da garip ama olsun… Peki neyinize yetmiyor 600 kişiyi mülakata çağırmak… Niye alacağınızın tam üç katı… Önünüzde üç katı insan mı takla atsın istiyorsunuz… Sizi bu tatmin edecekse fazla söze hacet yok zaten… Ama insaf yani… Karşınızdaki elma veya armut değil ki seçip alasınız… İnsan be… Hem de gencecik çocuklar… Bir umutla okullarını bitirmişler… Hayata atılmak istiyorlar… Ana, baba harçlığından kurtulmak istiyorlar… O halde bu çocuklara “başarısız” yaftasını yapıştırmak niye… Niye bu çocukların duygularıyla, hayalleriyle oynuyorsunuz… Bu çocukları niçin torpil kuyruklarına sokuyorsunuz…

Keşke duysa da Sayın Bakana sorabilsem… Mehmet Şimşek’e… Daha önce okuduğun, çalıştığın ülkelerde bu işler böyle mi yürüyor acaba… Mevcut çarka ayak uydurmak yerine, çarkı değiştirmeyi niye düşünmüyorsunuz? Anladım işinize gelmiyor… Ne de olsa güç, otorite, ego… Belki de siyaset denen şey… Adına ne derseniz deyin… Ama ben “yazık” diyebiliyorum…

8 Aralık 2009 Salı

Gözyaşlarım içime...

Bu gün de acı haber Tokat'tan geldi... Reşadiye ilçesinden... Yedi fidanımıza kıymışlar bu kez... İçim acıyor, yüreğim sızlıyor... Diyecek çok söz var ama boğazım düğümleniyor... Yutkunuyorum ama nafile... Ateş Adana'ya, Ordu'ya, Hatay'a ve diğer yörelerimize düştü çoktan...

Tepki uzaklardan, taa Amerikalardan geldi gecikmeden... Neymiş, bedelini ağır ödeyeceklermiş... Geçsene sen...

Televizyonlarda suratsızları gördükçe; halklar, özgürlük, demokrasi gibi salyaları akarak söyledikleri tekerlemeleri duydukça öfkem daha da kabarıyor... Ama çaresizim ben...

Çaresizliğim öfke olup taşıyor dışıma... Allah sabır versin milletime...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kaybolmuş Mersin'im...

Bir bir düşüyor kentlerimiz... Mersin'imizi de kaybettik sonunda... Huzurun, sukunetin, yeşilin, mavinin harmonisi olan bu şirin kentimiz yok artık... Hırsızı, arsızı geldi önden... Yersizi, yurtsuzu sardı dört bir yanından... Cezeryesi tat vermiyor, tantunisi kıvam tutmuyor artık bu memleket toprağının...

Karısını döven, sevdiğini gömen cani haberlerine konu oluyor Mersin'im... Karakol basan, polis taşlayan, cam çerçeve indiren soysuzlar hakim sokaklarına... Geçenlerde TV'de izledim... Beş on polis çuvallanmış birinin üstüne, kaşını gözünü dağıtmışlar garibanın... Hem de karakol binasında... Bu da Mersin'imden... Artık kamu görevlilerinin de kimyası bozulmuş iyiden iyiye...

Mersin'im ölüyor içten içe... Artık canım gitmek istemiyor Mersin'ime...

4 Aralık 2009 Cuma

Aşılandık...

Aşı konusunda kafamız iyice karışmıştı... Sorduğumuz her on kişiden dokuzu "sakın ha olmayın" diyordu... Çevremizdeki üç beş doktor arkadaşımız da aşı konusunda çok net bir şey söylemiyordu... Buna rağmen eşim ve ben aşı olmaya karar verdik... Tek sorun ilkokul üçte okuyan kızımızın ikna olmasıydı... Zira aşıya karşı okulda çok kötü bir algılama oluşmuştu... Sürekli "felç olmak istemiyorum ben" diye sızlanıp durdu... Neyse ki kendimize has yöntemlerle ikna ettik O'nu ve sağlık ocağının yolunu tuttuk bu sabah... Ama biraz mahçup bir edayla... Ne de olsa kimsenin yaptırmak istemediği bu melanet aşıyı yaptıracaktık... Hatta biraz bahane bile hazırladık kendimizce, ola ki hemşireler niye aşı yaptıracaksınız diye kızar diye... Alerjik astımımız var falan diyecektik...

Ama o da ne... Herkes aşı kuyruğunda sanki... İki saat kadar bekledikten sonra ancak sıra geldi... Aynı seçimlerdeki gibi yani... Herkes AKP'ye karşı, ama her iki kişiden biri ona oy veriyor... Aşıda da aynı durum dostlar... Ben anlamadım bu işi...
Sevgiyle kalın...

3 Aralık 2009 Perşembe

Açılıma bakın...

Bir süredir bir açılım maskaralığıdır gidiyor… Adamlar terörist üniformalarını giymiş sırıtarak giriyorlar hududumuzdan… Otobüsün üzerinde ellerini kaldırmışlar, “Biji bilmem ne” eşliğinde zafer işareti yapıp duruyorlar… Gözü dönmüş sürü psikolojisindeki kalabalıklar kahramanlar gibi karşılıyor bu zavallı piyonları… Gençliği akıp gitmiş bir hiç uğruna, farkında değil aptalın… Dün de Tv ekranlarında gördüm, basın toplantısı yapıyorlardı… Neymiş, bu ülkede demokrasi ve özgürlüğün yolu İmralı’daki sayın (!) bilmem kimden geçiyormuş… Aynen böyle diyor utanmaz… Bakmayın “diyor” dediğime, okuyor eline tutuşturulan kağıt parçasından… Okuyor dediysem de, okumaya çalışıyor işte…

Kanım donuyor bu manzaralar karşısında dostlar… Sadece kendilerine ait bildikleri coğrafyada olsa neyse… Ama öyle değil işte… Güzel Adana’mda, Mersin’imde, Antalya’mda… Hatta İstanbul’umda… Adamlar otobüs yakıyor, karakol taşlıyor bütün vahşiliğini ortaya koyarak… Terörist başının çirkin posterlerini sallamak artık sıradan vakıa… Ne diyeyim başka… Boğazım düğümleniyor… Yutkunuyorum ama gitmiyor işte…

Esen kalınız (kalabilirseniz bu koşullarda tabi)…

2 Aralık 2009 Çarşamba

Bayramlaşma...

Eskiden çalıştığım kurumlardan birinden aradılar bu gün... Saat 16:00'da bayramlaşma töreni yapılacakmış... Katılıp katılamayacağımı sordular, ben de katılırım dedim. Eski çalışanlar, yeni çalışanlar, emekliler vs. bir kokteylde biraraya gelecek şekilde tasarlanmış. Yani birazdan bayramlaşmaya gidiyorum Kızılay tarafına... Bayramlaşma işin bahanesi tabi, esas olan arkadaşlarla bir araya gelmek... Bol bol anı dinlemek, eski günleri yadetmek...

Görüşmek üzere...

1 Aralık 2009 Salı

Deliye her gün...

Kurban bayramı geride kaldı... Bir kez de buradan kutlayayım sevdiklerimin bayramını... Bayram gibi müstesna günlere önem atfederim ben... Toplumsal dayanışmanın, sevginin ve hoşgörünün yaşanması ve yeni nesillere aktarılması açısından önemli bulurum bu gibi günleri...

Bayram hakkkındaki genel düşüncem böyle olmakla birlikte, son bir kaç bayramdır içimde bir sorgulama güdüsü dürtüp duruyor beni... Tabi ki kastım kurban bayramları... Gördüğüm kurban manzaraları fena halde canımı sıkıyor, içimi karartıyor... Yol, sokak, cadde her taraf kan revan içindeydi yine... Hayvancıklar sırayla katledilirken, en ufak bir itina ve hassasiyet görmedim kasap unvanlı eli bıçaklılarda... Bir an önce işi bitirip, görevi savma duygusu hakimdi yüzlerinde... Ne bir düzen, ne de bir organizasyon... Olayın dini boyutuna girmiyorum. Zaten sevmem de dini konularda yorum yapmayı. Ama gördüğüm manzaralar, kutsal kitap buyruğu olamaz dedirtiyor bana...

Ya TV ekranlarına yansıyan görüntülere ne demeli... Bu toplumdan nasıl böyle cani ve sapık ruhlu insan (kılığında yaratıklar) çıkıyor anlamakta zorlanıyorum... Allah ıslah etsin bu zavallıları...

Daha uygar, daha insani günlere kavuşmak dileğiyle...




25 Kasım 2009 Çarşamba

Kalp unutur mu...

Düzenli televizyon seyretmem ben... Sıradan bir zappingci sayılırım. Dün akşam "Bu kalp seni unutur mu" dizine gözüm takıldı Show'da. Daha önce de izlemiştim yarım yamalak bir kaç bölümünü... Dizi malumunuz 12 Eylül günlerini konu ediyor. 12 Eylül darbesi olduğunda henüz ortaokulu bitirmiş, liseye kayıt yaptırıp yaptırmamayı düşünüyordum... Düşünüyordum dediysem de, ailem düşünüyordu yani... O günleri kıyısından köşesinden yaşadım sayılır, yaşımın algılama ve hazmetme kapasitesi dahilinde... En somut hatırladığım şey, üç yıl boyunca lisenin giriş kapısında kimlik kontrolü yapan askerler sayılır... Bir de her katın koridorlarında ikişerli gruplar halinde gezinen soluk benizli askerler... Kemal Matbaası'ndan okul kapısına doğru ilerlediğimiz daracık sokakta mutlaka bir askeri araç park halinde beklerdi... Niye beklerdi, içindekiler ne yapardı hiç kafa yormamışım. Yaşanan sıkıntıları, haksızlıkları anlayabilecek yaşta değildim zaten...

Diziyi izlerken hüzünlendim. Bazen yaşadıklarıma... Bazen de yaşamadıklarıma... Aslında en çok yaşa(ya)madıklarıma üzüldüm... Sinan, Cemile, Kerim, Kürşat... Hele bir de Yıldız var ki... Eşi Metris'te yatıyor... Ama Yıldız eşinin mateminde kaybolup gitmemiş, davasının kavgasını veriyor her daim... Saç, baş, giyim, kuşam derdinde değil Yıldız... Bir yandan ekmek gavgası, diğer yandan da uğruna hayatını adadığı davası... Ama hayatı ıskalamadan... Gülünecek bir şey varsa, gülerek... Tiye alınacak bir şey varsa, tiye alarak... Öfkelenecek bir şey varsa, köpürerek... Hayat acısıyla tatlısıyla yaşanırken, dava mücadelesinden asla taviz vermek yok... Dava dediysem de sağ veya sol olmuş farketmiyor... İnanmış olmak asgari şart ama... İnanılan bir dava yani... Yıldızın sol kaldırımdaki kavgası ne kadar kutsalsa, Kürşatın sağ kaldırımdaki kavgası da bir o kadar anlamlı... Dizide bize benzer de bir karekter var, Gülümser... Onca olup bitenler, sıkıntılar umurunda değil Gülümser'in... Kuaförler, davetler, konserler.... Dolu dolu yaşıyor aklınca... Ama bir o kadar da boş...

Diziyi izlerken aslında utandım da... Günümüzü, kendimi, etrafımdakileri düşündüm... Herkes koşuşturuyor bir tarafta, ama sadece kazanmak için... Çok şeyimiz var ama gözümüz doymuyor... Davamız var güya, mücadelemiz yok... Riske atacak cesaretimiz yok... Mücadele edecek azmimiz yok... İnsanımız günlük geçim derdinin içine itilmiş gayet bilinçlice... Ne inancı var, ne davası... Ne de kavgası...

Uyanıp silkelenmek dileğiyle...

24 Kasım 2009 Salı

Öğretmenler günü...


Öğretmenler günü denince hep ilkokul öğretmenleri gelir aklıma… Kendi öğretmenlerimden çok da çocuklarımınkiler… Ortaokul ve lise öğretmenleri zoraki hatırlanır sanki… Sabahleyin yatak odamın penceresinden baktım karşıya… Emektar çiçekçi ender günlerinden birini yaşıyordu bu gün… Sıraya girmişti anneler… Yanlarında da minnacık yavruları… Çiçek buketini alan uzaklaşıyordu hızlı adımlarla… Belli ki öğretmenlerini daha fazla bekletmek istemiyorlardı… Pek baba göremedim minnacık yavruların yanında nedense… Bu görev anneye verilmişti sanki… Olsun, iş bölümü de gerekli verimlilik adına…

Ben bu satırları karalarken çoktan okunmuş olacak seçilmiş öğrencilerin seçilmiş şiirleri… Hiç zahmete girmeden, kafa yormadan google’dan seçilenler… Geçen yıl okunan “fedakar, cefakar öğretmenlerimiz…” şeklinde başlayan metinler bu yıl da tekrarlanmış olacak… Zengin semtlerdeki şanslı (!) birkaç öğretmene yine Cumhuriyet altınları takdim edilmiş olacak, iş bilir sınıf annelerinin organizatörlüğünde… Kale arkasındaki (Bentderesi) okulunda Nurten öğretmene yine ilaç firmalarının eşantiyon tükenmez kalemleri ve anahtarlıkları taşınmış olacak hediye diye… Bağlıca köyündeki (Etimesgut) Ayşen hocanın kısmetine ne düşer bakalım…

Öğretmenlik zor zanaattır… Sorumluluğu ve vebali büyüktür… Hakkı verilirse mükafatı da, onuru da bir o kadar fazladır… Öğrencilik öğrencilere bırakılamayacak kadar önemli bir süreçtir… Kenarda, kıyıda kalmış gizli yetenekleri keşfedip, arenaya itiverme sanatıdır öğretmenlik… Her sınıfta çalışkan 8-10 öğrenci vardır zaten… Bazısı yetenekli, bazısının anne babası yetenekli… Öğretmen, bunların azmini köreltmeden, bir 10 daha katıverendir aralarına… Arta kalan 10 mu? Bırakıverin onları kendi hallerine… Yapacak çok fazla bir şey yoktur onlar adına…

İlkokulu bir köy okulunda okudum… İki öğretmenim oldu… Okuma yazma dışında bir şeyler öğrendim desem yalan olur. Ha, bir de çarpım tablosunu ezberlemiştim, ama babamın gayretleriyle… Belki de o yılların koşulları, algılamaları böyleydi… Bilemiyorum… Ortaokul ve lisede gayretli öğretmenlere denk geldim bir şekilde… Sorumluluk sahibi matematik ve Türkçe (edebiyat) öğretmenlerim oldu hep… Bu gün yediğim ekmekte onların büyük katkısı olduğunu düşünürüm daima… Kendimi şanslı hissederim… Onlara şükran duyguları beslerim hep… Emeği geçen öğretmenlerimden Allah razı olsun…

Çocuklarımın öğretmenlerine baktığımda umutlarım daha da artıyor… Onları daha bir azimli görüyorum… Daha bir donanımlı öğretmenlerimiz artık… Ve de sorumluluklarının bilincinde…

Bütün öğretmenlerimizi saygıyla selamlıyorum…

23 Kasım 2009 Pazartesi

Writing for dummies…

Bildiğiniz üzere zaman zaman bu platformda geçmiş deneyimlerimden kesitler aktarıyorum… Daha önce matematik dersinin önemi üzerine ahkam kesmiştim :)) Bu defa “yazım kabiliyeti” konusunda bir şeyler karalamayı düşünüyorum… Yine hedef kitlem ilkokul 6, 7 ve 8. sınıflar olacak. Yani ortaokul öğrencileri… İlkokul beşinci sınıfa kadar olan çocuklar için ailenin katkısını gereksiz buluyorum. Hatta zararlı… Ailenin gerekli gereksiz çocuğun derslerine müdahalesi, çocukta aileye bağımlılık sendromuna neden oluyor. Anne baba olmadan çocuk kalem oynatamaz bir duruma geliyor…

Okullarımızda maalesef sistematik bir yazı yazma tekniği verilemiyor. Pek nadir öğrenci içerik ve görsel açıdan düzgün yazı yazabiliyor. Bunun bir çok nedeni olabilir. Ben fazla kafa yormadım… Tanıdığım pek çok öğretmeni de bu konuda yeterli bulmadım. Yani öğretmenlerimizde de ne yazık ki sorunlar çok. İyi yazı yazan kişilerin, çok kitap okuyan kişiler olduğunu gördüm genellikle… Bir nevi görsel yetenek kazanımı… Okuya okuya nasıl yazıldığını farkında olmadan öğrenmek gibi bir şey… Eğer çocuğunuz gerçekten okuyabiliyorsa, sorun yok gibi… Çocuğunuz yazma konusunda da çok kötü olmayacak demektir… Ama çocuk okumuyorsa işiniz zor demektir. Mesela oğlum gibi…

Bu konuda ne yapılabilir acaba… Anne babaların önünde çok az süre var… Liseye gelinceye kadar bir şeyler yaptınız, yaptınız. Yoksa lisede bu işler çok zor. Nedenlerine girmeyeceğim ama lise düzeyindeki bir öğrenci üzerinde ailenin yapabileceği pek bir şey yok gibi… Ben iki yıldır şöyle bir şey yapıyorum… Dediğim gibi oğlum okumayı sevmiyor ve yazısı (kompozisyon da diyebilirsiniz) kötü… Zaman zaman oğluma yazılar yazdırıyorum… Bir konu seçiyorum ve ben söylüyorum, o yazıyor… Örneğin “sonbahar” konusu, “tatil” konusu, “sokak köpekleri” konusu… Bazen de onun bizzat yaşadığı bir şey… Aklınıza ne gelirse yani… Sıkılıp bıkmasın diye yarım sayfayı geçmiyoruz genellikle… Ama her yazıda mutlaka kısa bir giriş cümlesi, en az bir iki tane gelişme cümlesi ve yine mutlaka bir sonuç cümlesi… Bu yöntem bir hayli işe yaramış gözüküyor… Bazen “sen söyleme, devamını ben yazabilirim” diyor… Yazdıkları da fena sayılmaz ha… Ama bu konuda zorlama yapmıyorum… Biraz yazı yazalım mı diye soruyorum… Uygun moddaysa başlıyoruz. Zaten biliyor ki, yarım sayfayı geçmeyecek… Pek bir direnç göstermiyor yani… Yazı yazarken yazının görsel düzgünlüğüne önem veriyorum… Noktalama işaretlerinin önemine sürekli vurgu yapıyorum. “de”, “da”, “ki” ayrımlarına yazıda sürekli vurgu yapıyorum. Mümkün olduğu ölçüde tırnak işareti, noktalı virgül, ünlem gibi noktalama işaretlerini de kullanıyorum ki, çocuk bunların sadece kitaplarda bulunmadığını bilsin… Daha önce de belirttiğim gibi, bu yöntem oğlumda oldukça işe yaramış gibi gözüküyor… Bu konudan muzdarip arkadaşlarla paylaşmak istedim… Ama kilit nokta, çocukta bıkkınlığa yol açmayacak bir yöntemle bu işi yapabilmek… Sakıncası mı? Evet, var… Çocuk, yazı yazma konusunda özgün bir tarz geliştirmeyip, sizi taklit etmiş oluyor… Ama olsun… Zaten bu konuda gerçekten kötü olan çocuklar için bunu öneriyorum… Onların özgün tarzının gelişmesini bekleyene kadar, kurbağaların gözü çoktan çıkmış olabilir…

Mutluluklarınız daim olsun…

18 Kasım 2009 Çarşamba

Bir okul gördüm dün, ağlıyordu için için…


Ağaçların arkasına gizlenmiş, mahcup bir şekilde ağlıyordu okul… Mağrurdu gayet ama yine de yediremiyordu göz yaşlarını kendine… Künyesinde 1859 yazıyordu… Zaten izbe duvarları da daha fazla saklayamıyordu ilerlemiş yaşını… Akıp giderken yıllar; kah mektep olmuş ismi, kah okul… Sonunda fakülte demişler bir gün… Yıllarca bulunduğu semte değer katmış… Adres tariflerinde hep referans olmuş… Önünden geçen körüklü Ikarus otobüslerinden hep iç geçirerek bakmış gençler ona… Ah bir kazanabilsem demişler imrenerek…

En başarılı gençleri ağırlamış yıllarca… Bir o kadar da vatansever… Para pul hiç akıllarına gelmemiş Anadolu yiğitlerinin… Parolaları hep hizmet olmuş… Devlet adamı olmaktan başka hiçbir idealleri olmamış… Saygın hocalar yetiştirmiş, her birinin ismi dünyaya bedel…

Gün gelmiş algılar değişmiş güzelim ülkemde… Devlet adamlığı, vatan aşkı pek soyut kalmış bu alemde… Para, pul hükümranlığını ilan etmiş her bir köşesinde yurdumun… Özel okullar fışkırmış her bir yanında toprağımın, sözde bilmem ne vakfı adı altında… Aklını çelmişler vatan evlatlarının… Bursları, maddi imkanları seferber etmişler önlerine… Hocalarımı da ayartmışlar bir şekilde… Transfer etmiş onları, gözü dönmüşler…

Kanmış vatan evlatları… Belki de düzene ayak uydurmuşlar… Uğramaz olmuşlar gözü yaşlı okuluma… Vasatlara kalmış meydan, bütün ruhsuzluğuyla… Şöyle bir kolaçan ettim etrafı… Tarihi çanı aradı gözlerim… Neyse ki duruyordu yerli yerinde, büyük anfi tarafında… Yeni yeni kantinler, kafeteryalar açılmıştı değişik köşelerde… Eski ahşap kapılar gitmiş, yenileri gelmiş… Emekli hocaların isimleri alt alta dizilmiş yine… Pala bıyıklı ayakkabı boyacısını göremedi gözlerim… Olsun dedim, sevememiştik zaten… Hep MİT’çi diye şüphelenirdik kendisinden… Ama eksikti bir şeyler… RUH… Evet ruh yoktu artık… Her şey ruhsuzdu… Göz yaşları da bunun içindi zaten… Ruh olmadan tat olmuyor hiçbir şeyde… Recep amcanın bakırdan cezvede yaptığı kahveden de bir tat alamadım nedense… O da ruhsuz geldi bana… Halbuki ne de severdik o kahvenin tadını… Beşer dakikalık kısacık teneffüslerde… Sulhi gözüktü birden, elinde çay tepsisiyle… Yok babam yok dedi, iç geçirerek… Çok değişti buralar… Tadı yok artık… Teselli edecek bir şeyler mırıldanmaya çalıştım ama… Dinleyecek mecali yoktu Sulhi’nin… Uzaklaşıverdi istemeye, istemeye… Sanırım göz yaşlarını gizlemeye çalışıyordu…

Şanlı marşımız geldi aklıma birden… Ne de yürekten söylerdik, hep bir ağızdan…


Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Gül ki sen, neş'enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Bir güneştin bir zamanlar, aya kadar kaldındı dün,

Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bu gün;

Benzin uçmuş bak, ne rüya'dır, bu akşam gördüğün?

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Beklesin Türkoğlu'nun azminde kuvvet bulmayan,

Sel durur, yangın söner elbette bir gün Ey Vatan.

Süslenir, oynar yarin, dün ağlayıp matem tutan,

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Yok, yok olmuyor… Olmuyor… Hiçbir şey eskisi gibi değil… Tatsız, tuzsuz ve yavan… Çünkü ruhsuz…

İçinizi kararttımsa özür dilerim… Esen kalınız…

17 Kasım 2009 Salı

Güzel kadınlar hep aptal mı olur...

Yazımın başlığına bakıp güzel kadınlar konusunda ahkam keseceğimi düşünmeyiniz lütfen... Zaten oldum olası genelleme yapmaktan kaçınırım, hatta her konuda genelleme yapan tiplerden de tiksinirim... Ama malumunuz bütün dünyada genel bir "aptal sarışın" tiplemesi vardır... Buradaki "sarışın" aslında "güzeli" temsil eder... Her neyse konuya döneyim ben en iyisi...

Geçenlerde bir gazetede "Güzel kadın yazamaz" başlıklı bir makaleye gözüm takıldı... Allah allah dedim kendi kendime... Çirkin yazar da güzel niye yazamasın ki falan diyerek makaleyi okumaya başladım... Ya da böyle bir çizgi erkekler için de çekilebilir mi acaba diye düşünerek makaleyi okudum... Şimdi makaleden bir bölümü yorumsuz olarak aşağıya alıyorum. Yorum sizin...

"Yazarlık içinde acı barındırır. Sancılar vardır, sanrılar... Yüzüne, gözüne, giydiğine dikkat edenlerin işi değildir edebiyat. İtilmişlerin, ötekilerin, ezilmişlerin, mağdurların sığındığı bir limandır edebiyat. Bak etrafına yanılmadığımı göreceksin. Hatta erkekler için de geçerlidir bu durum. İstenen, arzulanan, hayran olunan erkek değildir yazı yazan. Öyle olmak için yazar. Şairlerde durum daha da açıktır aslında..."

Ben kendi yorumumu kendime yaptım bile... Ya sizin yorumunuz...

Esen kalınız...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Bloglar arası salınım...

Bir süredir bloglar arasında gezinip duruyorum. İlginç bulduğum bir yazıyı okurken gözüm yorumlara takılıyor mecburen. Bu defa da o yorumcunun biloguna geçmişim aniden… Oradan da öbürüne… Bazen de öyle bir blog çıkıyor ki karşına, baştan sona ne kadar yazı varsa okuman gerekiyor hepsini…

Bloglara takılmaya başladıktan sonra günlük hayat akışım oldukça değişti… Daha bir asosyal oldum sanki. Okuyorum da okuyorum… Bazen hüzünler alemine dalarak, bazen de kırılası gülerek… Günlük işlerimi de oldukça aksatmaya başladım tabi ki… Bu gidişle kapı önüne koyuverecek beni devlet baba…! Ama olsun… Pişman değilim hiç… Çok şey öğreniyorum bu alemden… Değişik insan profilleri görüyorum orada… Taa uzaklarda, ama bir o kadar da yakınlarda…

Meğer aramızda dolaşan hanımlar arasında ne kadar da beceriklileri varmış… Envai çeşit el işi [veya bir blogçu arkadaşın deyimiyle “ıvır zıvır işleri” :))] örnekleri gördüm bu alemde… Her birini kıskanarak inceledim. Yeteneklerine ve yaratıcılıklarına hayran kaldım doğrusu… Önceleri bu işlerin sadece bizim ülkemizde yapıldığını sanıyordum… Yanılmışım meğer… Yunanistan’dan Brezilya’ya kadar hemen hemen her ülkede çok yaygınmış bu ıvır zıvır (!) işler… Hepsini kutluyorum… Emek verilen, akıl kırpıntısı sosu ekilen her iş güzeldir, kutsaldır…

Bir de güzel yazılar buluyorum ara sıra… Gün görmemiş konular, anlı şanlı yazarlara taş çıkartan güçlü anlatım kabiliyetleri… Ne ararsan var yani… Yeter ki koku alma yetini açık tut her daim… Geçenlerde bir blog buldum tesadüfen… İsmini yazsam bir sakıncası olur mu acaba… Yok yok ne sakıncası olacak ki… En azından temiz kalple dile getiriyorum bunları… Blogun ismi “Dişi Geyik”. Bir iki yazısını okudum önce… Sonra tutamadım kendimi ve bir çırpıda okuyuverdim bütün yazılarını... Genellikle kendi hayat hikayesini ve iç dünyasını döküyor satırlara Dişi Geyik (isimli arkadaş). Biraz karamsar bir edayla sallıyor kalemini genellikle… Ama her yazısı bir temel eser niteliğinde. Bir toplum bu kadar mı güzel gözlemlenir Allah’ım… Hadi gözlem yeteneğin iyi, ya anlatım gücüne ne demeli… Ben bu kadar zengin ifade yeteneğini ve felsefi derinliği kolay kolay hiçbir eserde görmedim bu güne kadar (biraz iddialı oldu galiba :))… Acaba bir profesyonel yazar mı diye düşündüm Dişi Geyiği bir ara… Ama değil… Yazılarından anladığım kadarıyla yeni mezun olmuş bir iktisatçı. Yani ne bir edebiyatçı, ne de bir sosyolog… Hem de bir taşra üniversitesinde okumuş… Sanırım Gaziantep’teki üniversitede… Demek ki Ankara ve İstanbul dışındaki üniversitelerimizden de böyle yetenekler çıkabiliyormuş… Sevindim doğrusu… Gerçi çözemediğim bir husus var… Bunca yeteneğine karşın işsizlik ve iş bulma umutsuzluğunu dile getiriyor Dişi Geyik… Bu durum anormal bir çelişki gibi geldi bana… Belki de dikkatli okumamışımdır yazılarındaki bu iş ve işsizlik mevzuunu… Her neyse bu arkadaşı gerçekten kalpten kutluyorum… Eğer bir gün bu yazımı okursa tesadüfen, O’na naçizane bir tavsiyem olacak: Ümitsizliğe ve karamsarlığa hiç gerek yok Dişi Geyik… Her insanın değişik bir sermayesi vardır… Bazıları zeki, bazıları hamal, bazıları ukala, bazıları da sadece “insan”… Sen kendi sermayenin farkında ol lütfen ve onun gücüne inan… Unutma ki gecenin en zifiri olduğu an, sabaha en yakın olan andır…

Mutlu ve esen kalınız…

12 Kasım 2009 Perşembe

Matematik...

Blog işi de zormuş meğer... Başkalarının bloglarını okurken ne kadar da kolay gözüküyordu oysa.. En büyük zorluk da "nasıl bir blog olmalı" sorusunda yatıyor sanırım. Ciddi mi olsun, mizah ağırlıklı mı olsun, bilgilendirici mi olsun derken kafam karışıp gidiyor. Her neyse "okuyan mı olacak sanki" deyip rahatlayıveriyorum. Kendim çalar kendim oynarım... Gel keyfim gel yani...

Blogumda zaman zaman kendi hayat tecrübemden kesitler aktarmaya karar verdim... İlk konu olarak da beni şekillendiren bir konuyu seçtim: Matematik... Biraz tuhaf geldi biliyorum. Biraz da içiniz sıkıldı sanırım. Ne de olsa zor ve sevimsiz bir konu (diye biliniyor en azından).

Okuyanlara biraz garip gelecek ama... Öğrenciliğim boyunca hep kopyacı biri oldum. Kopyasız bir sınav düşünemezdim sanki... Ama bir istisnası vardı... Matematik dersleri. Bu dersten kopya çekmeye gerek duymazdım nedense. Hocaların anlattıklarını gayet iyi takip edebilir, sınavda da başarılı olurdum hep. Matematik derslerinde sınıf arkadaşlarımın çoğunun hiç bir şey anlamadan bön bön tahtaya bakmalarını hayretle izlerdim. Bazı hocalarımızın bile matematikten "zor ders" diye bahsetmelerine hiç bir anlam veremezdim. Yani uzun lafın kısası, diğer derslerde pek bir yeteneği olmayan naçizanenin matematikten yana pek bir derdi yoktu. Bu bir Allah verdisiydi benim için, özel bir formülü yok yani... Ve gördüm ki matematikte iyiysen, gerisini merak etme... Olup gidiyor bir şekilde... Matematikteki başarı diğer derslerdeki eksikliği telafi ediyor fazlasıyla... Bunu sadece kendimde gözlemlemedim, etrafımdaki bir çok insanda da gözlemledim. Test edilip onaylandı yani...

Peki bunları niye anlatıyorum şimdi... Matematiğin önemini beyinlere nakşedebilmek için anlatıyorum. Ülkemiz eğitim sisteminde her şey matematikten geçiyor maalesef. Matematik ise "zor zanaat" olarak biliniyor bu ülkede. Gerek SBS'de, gerekse de ÖSS'de belirleyici olan matematik oluyor her zaman. Matematiğin temelleri ise ilokulun ikinci kademesinde atılıyor küçücük beyinlere. Onun içindir ki, ilkokul 6, 7 ve 8'de çocuğu olan arkadaşlar bu işi sıkı tutmaları gerekiyor. Sıkı tutmaktan kastım şudur: Matematik denen ders, çoğu zaman bir öğrencinin kendi kendine yapabileceği bir iş değildir. Mutlaka birilerinin takviyesini ve disiplin altında tutmasını gerektiriyor. Kastım özel ders ve dersane değil. Tabi ki bunlar da bir seçenek olabilir ama en ideali anne veya babalardan birinin bu işi üstlenmesidir. Anne veya babadan matematiğe yatkın olan biri haftada sadece bir gün bir kaç saat çocukla matematik çalışması çok şey farkettirecektir. Unutmayalım ki çocuklar matematikte diğer derslerde olduğu gibi sınıfta rahatça soru soramamakta ve bir çok husus anlaşılmadan geçip gitmektedir. Bu eksikliği ancak anne ve baba olarak sizler telafi edebilirsiniz...

Bu konuyu sakın ha ihmal etmeyelim. Çünkü matematik çocuklarımız için sadece bir çok dersten biri değil, gelecek demek, hayatın ta kendisi demek...

Başarı dileklerimle, esen kalınız...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Günün incisi...


Acı ve çirkin sözlerin sebep olduğu dil yarası asla kapanmaz. -Pançatantra-

10 Kasım 2009 Salı

Özlem...



Sonsuzluğa uğurlanışının 71'inci yılında ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ü minnet ve özlemle anıyoruz.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Günün incisi...




Fakir insan malı az olan değil, arzuları çok olandır.
-Seneca-

Can sıkıcı bir haber...

Günlük gazetelere göz atarken Hürriyet'te bir başlığa gözüm ilişti. "Türkiye'yi rezil eden rehberler" yazıyordu başlıkta. "Kimmiş bu rehberler, ne istiyorlarmış bu asil milletten..." gibilerinden mırıldanarak haberi okumaya başladım. Haberin daha ilk paragrafında, "İngiltere ve ABD’nin en önemli 20 rehberinin kitabında, 'Ülke yankesiciler, jigololar, kocasını aldatan kadınlar, üç kağıtçı taksicilerle dolu' anlatımlarından geçilmiyor" deniliyordu. Allah allah! dedim kendi kendime ve okumaya devam ettim. Haberin devamında ise İstanbul'un turistik mekanlarında yaşanan binbir çeşit üçkağıtçılık ve dolandırıcılık faaliyetleri örnekleriyle anlatılarak, turistlere dikkatli olmaları konusunda uyarılar yer alıyordu. Haa bir de umumi tuvaletlerimizin içler acısı haline değiniliyordu.

Tabi ki bir hayli canım sıkıldı. Ama yanlış anladınız sanırım... Haberin başlığındaki gibi rehberlerin bizi rezil etmesine değil. Haberde sanki gerçek dışı bir durum varmış gibi bir hava yaratılmış. Ama hiç de öyle değil... Yazılanlarda eksik var fazla yok diye düşünüyorum... Habredeki "jigola" konusu gibi özel gözlem gerektiren konular hariç her şey gerçekçiydi. O konuda da şahsen yeterli bilgim bulunmuyor. Ama "ateş olmayan yerden duman tütmez" atasözüne her zaman değer veririm...

Canımı sıkan durum ise, "niye" sorusunda gizli. Sahiden biz niye böyleyiz. Niye her türlü alavere, dalavere, ahlaksızlık ve üçkağıtçılık bizde var. Bırakınız yabancı turistleri, biz bile turistik bir yöreye gittiğimizde kazıklanmak korkusuyla yaşamıyor muyuz sürekli. Maalesef bütün bu üçkağıtçı ve ahlaksızlar bizim insanlarımız. Dışarıdan gelmiyorlar yani... Bir de umumu tuvaletlerimiz konusu... Sahiden nedir bu tuvaletlerin hali... Nasıl bir pisliktir bu böyle ya... Diyecek laf bulamıyorum doğrusu...

Birileri çıkıp da ayıplarımıza parmak basınca, "bizi böyle tanıtıyor alçaklar" diye ortalığı velveleye veriyoruz hiç sıkılmadan. Ne yapsalardı yani... Hep "rakı süper, şiş kebap süper" denecek hali yok ya... Kendi vatandaşlarını (veya müşterilerini) tehlikelerden korumak için bunları yazacaklar tabi ki...

Esen kalınız...

5 Kasım 2009 Perşembe

Ah bu domuz gribi...

İşi gücü bıraktık domuz gribi aşısıyla yatıp, domuz gribi aşısıyla kalkıyoruz bu günlerde... Eksik olmasın uzmanlar da iyice karıştırdı kafamızı. Vay yararlıydı, vay zararlıydı, kansere yol açıyordu gibilerinden envai çeşit yorum havalarda uçuşuyor. Konunun uzmanları (!) maşallah günün her saati televizyon kanallarında nutuk atmaya devam ediyorlar. Biz de "aman oğlum, aman kızım bak iyi dinle, ne yapmayacakmışız anldın mı: öpüşmeyeceğiz, elimizi iyice yıkayacağız, öksüren kişilerden uzak duracağız... tamam mı" diyerek kendi psikolojimizi bozduğumuz yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da afallattık iyiden yiye. Esasen buraya kadarında garip bir durum yok. Tam bize özgü bir durum yani. Yüzümüze gözümüze bulaştırmada üstümüze yok çünkü. Ne de olsa bizim parsel, yüzde altmış meselesi yani...:))

İyi de... Tam her şey bize özgü gidiyor derken dün Başbakan çıkmaz mı ortaya. "Ben sayın bakanım gibi düşünmüyorum... Ben aşı olmayacağım" demez mi... Ben darmadağın oldum. Bir Ali Cengiz oyunu var bu işin içinde... Ama, ne? Akşamdan beri bunu düşünüyorum küçük dünyamda. Acaba başbakanın amacı ne? Ama sanırım çaktım köfteyi... Ulusalcıları aşılatmak. Evet evet yanlış okumadınız, ulusalcıları aşı kuyruğuna sokmak. Peki nasıl olacak bu iş. Çok basit! Başbakan ne derse tersini anlamıyor mu önemli bir kısmımız. Evet, oldu bilin bu iş... Nasıl olsa şark kurnazlığı yok mu genlerimizde...

Şaka bir yana, sahiden farzedelim ki aşı yaptırmaya karar verdik. Nerede yaptırılıyor bu aşılar. Farzedin herhangi bir hastaneye veya sağlık ocağına gidip aşı yaptırmak istiyoruz dediğimizde, yapıyorlar mı bu aşıyı acaba... Hiç sanmıyorum ben... Eminim bin dereden su getirttiriyorlardır.

En iyi dileklerimle...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Deliden al haberi...

Merhaba dostlar… Uzun süredir tasarladığım bir projeydi bu blog işi. Ama nedense bir türlü başlayamıyordum bir ucundan. Bu gün nihayet başlamış oldum. İnşallah aynı heyecanla devam ederim.

Bu blogu oluşturmamdaki amacım çok net: Günlük olaylar üzerine görüşlerimi aktarmak. Ama bir uzman gözüyle değil. Zaten öyle bir iddiam da yok. Sade bir vatandaş olarak olaylar hakkındaki görüşlerimi paylaşmayı düşünüyorum sizinle. Kimse görüşlerime katılmak zorunda değil. Deli saçması deyip geçebilirsiniz kolayca. Bu konuda içiniz rahat olsun lütfen… Zaten ilhamı da Aziz Nesin üstattan aldım. İyimser bir bakış açısıyla “toplumun yüzde altmışı deli” dememiş miydi üstat vakti zamanında. İşte benim oyun alanım bu yüzde altmışlık parsel… Parselin öbür tarafı zaten tel örgüyle çevrilmiş vaziyette. Oraya geçmemiz şimdilik zor gözüküyor…

Görüşmek umut ve dileğiyle…