31 Aralık 2009 Perşembe

Rutin bir yılın ardından...

Son yıllarda hayatım rutine bindi sanki... Her şey sıradan... Her şey bir öncekinin kopyası... Kendimi orta boy bir meşe ağacına benzetir oldum... İlkbaharda yaprakları açan, sonbaharda yaprakları savrulan bir meşe... Gölgesinde insanların serinlediği, dallarında kuşların, sincapların gezindiği bir meşe... Zaman zaman ağaç kakanların uğrayıp, gövdesinde kovuklar açtığı bir meşe...

2009'da öylesine bir yıldı işte... Geldi ve geçti... Şöyle bir düşündüm de... 2009 yılıydı diyebileceğim hiç bir şey gelmedi aklıma... Tek tesellim, eksta acılara ve sıkıntılara bari ev sahipliği yapmamış olmasıydı...

Çoluk çocuğa karışmış aileler için bir yazgı galiba bu rutinlik... Etrafımdaki çok sayıda ailede de gözlemliyorum aynı sıradanlığı... İşten eve, evden işe, çocukların okulu, çocukların kursu, çocukların ödevleri ekseninde dönen bir yaşam... Yaşam mı, yaşantı mı bilemiyorum artık... Belki de orta yaş sendromu denen şey... Bildiğim tek şey; bu durumun anlamsızlığı, sıkıcılığı ve boğuculuğu... Evet boğuluyorum... Penceresiz, bacasız, karanlık ve rutubetli bir odada boğuluyorum...

2010'a da bu duygularla giriyorum... Farklı bir beklentim yok anlayacağınız... Yeni yılı da aynı hislerle uğurlayacağım konusunda en ufak bir şüphem yok... Olabildiğince sıradan, olabildiğince rutin... Tek dileğim ailemde ve yakınlarımda, hatta uzağımda, acıların ve ayrılıkların olmaması... Hele zamansız ve erken ayrılık acısı göstermesin Allah'ım...

İyi yıllar diliyorum... Umarım yeni yıl insanlarımıza iyi gelir...

29 Aralık 2009 Salı

Ağıtlarım Musa için...

Musa sınıfımızdaki en ağırbaşlı arkadaşımızdı... Biraz bizden yaşlı gözükürdü nedense... Belki okula geç başladı, belki de liseden sonra bir süre ara verdi... Bilmiyorum nedenini... Hiç sormakta aklıma gelmemiş doğrusu... Ya da bizimle aynı yaşta olmasına rağmen benim gözüme öyle gözükürdü... Her neyse... Hiç önemi yok... Biz çok severdik Musa'yı... Çok cana yakındı... Ama bir ağabey kadar da mesafeli... Sulu şakalar yapılmazdı Musa'nın yanında... Hani kızdığından değil de... Olmazdı işte... Gayet ciddi gözükürdü Musa, ama bir o kadar da sevecen... Musa'nın idealleri vardı... Çakılıp kalmadı Ankara'larda... Kendini Anadolu'ya verdi... Bağrından kopup geldiği Anadolu'ya... Uzun süre taşrada görev yaptı... Hep iyi haberlerini aldık Anadolu'dan Musa'nın... Yolu düşüp uğrayanları iyi ağırlardı Musa... Herbirimize de dolu dolu selamlar yollardı... Aylık yemeklerimizde hep hayırla kulaklarını çınlatırdık Musa'nın...

Bir gün çıkageldi Musa... Benden bu kadar Anadolu hizmeti yeter diyordu... Çocuklar büyüdü artık, yerleşik düzene geçmem gerekir diyordu... Sevindik doğrusu... Özlemiştik Musa'yı... Aylık yemeklerimiz daha da zenginleşmişti... Ankara'da önemli bir göreve atandı Musa... Gurur duyduk O'nunla... Layıkıyla görev yapacağından hiç şüphemiz yoktu... Öyle de oldu... Çok sevildi Musa... Kendine güvenenleri hiç mahçup etmedi...

Ama... Ankara yaramadı Musa'mıza... Nazara geldi bir şekilde... Lise ikide okuyan kızını trafik canavarına kurban verdi Musa'mız... Sorumsuz bir ailenin ehliyeti dahi olmayan sorumsuz bir evladının neden olduğu kazaya... Kaza dediğime bakmayın, cinayet aslında... Ama mahkeme tutanaklarına kaza diye geçecek işte... Üç körpe yavrucaktan birisi yok artık... Bu gün ebediyete uğurladık kelebeğimizi... Kocatepe Camisinin geniş avlusu Musa'mızın biricik kuzusu için ağladı bu gün... Bilirim Musa'yı... Zor kaldırır bu travmayı... Nasıl bakılır o odaya... Nasıl bakılır geriye kalan onca hatıraya... Bilmiyorum... Bilemiyorum...

Ne desem boş Musa'm... "İçimdeki kor ateş..." diye başlayan dizeler demek ki böyle anlar içinmiş Musa'm... Allah sana sabırlar versin Musa'm... Allah eşine, diğer yavrularına dayanma gücü versin Musa'm... Ağıt yakmaktan başka yapabileceğim bir şey yok Musa'm... Muharrem ayındayız Musa'm... Bilirsin sabır ayıdır Muharrem Musa'm... Ya sabır Musa'm...

Yalan dünya diye boşuna söylenmemiş... Her şey boş ve yalan... Yüce Allah'ım kimselere böyle acılar yaşatmasın...

24 Aralık 2009 Perşembe

Mimlenmişim...

Sevgili Koşan Kaplumbağa tarafından mimlenmişim bu gün... Teşekkürlerimi sunuyorum kendisine... Koşan Kaplumbağa'yı zevk alarak takip ediyorum. Çok içten bir blog... İsmine de bayılıyorum doğrusu...

Her şey güzel de... Hiç beklemiyordum böyle bir mimi... Elim ayağıma dolandı desem yeridir yani... Sanırım 2010 yılı beklentilerimi soruyor hızlı kaplumbağacık...

Nereden başlasam ki... Ben ki, hiç hırsı ihtirası olmamış gariban bir yolcu... Hep mütevazi beklentiler içinde hapsolmuş bir fakir... İstemese de hep verilmiş, hep kollanmış doğal bir torpilli... Şanslı da denebilir aslında... Mütevazi koşullarda da olsa okuyabilmiş, iş bulabilmiş, sağlıklı yavrucaklara kavuşabilmiş biri... Ne istesin ki başka... Bu günlerimizi aratmasın Allah, yeter... Daha fazlasını istemek haksızlık...

Ama fakir, fukara için beklentim, dileğim çok... Yüzleri gülsün istiyorum garibancıkların... Acıları az, lokmaları bol olsun istiyorum... Umutları tükenmesin istiyorum...

Dahası mı? Ülkemdeki eğitim sisteminin düzelmesini istiyorum... SBS pistindeki çocukların tekrar oyun bahçelerine dönmelerini istiyorum... Dersanelere yer olmayan bir gelecek istiyorum... Performans ödevi adı altında velilere reva görülen işkencenin sona ermesini istiyorum... Daha az sınav istiyorum... Daha az ama, daha çok soru içeren sınavlar istiyorum...

İstiyorum... Bireyselleşebilmiş bir toplum istiyorum... Bireyselleşirken sosyal sorumluluğunu geliştirmiş bir toplum istiyorum... Duyarlı vattandaş istiyorum... Hakkını bilen, gözeten yurttaş istiyorum... Bunun kavgasını verebilen insan istiyorum... Duyarlılığını hissettirebilecek donanımda vatandaş istiyorum...

İstiyorum... Daha çok şey istiyorum... Kamu kaynaklarının yağmalanmasını durduracak mekanizmalar istiyorum... Vergisinin akibetini sorgulayacak vatandaşlar istiyorum... ADSL, GSM, sabit telefon adı altında yapılan söğüşlemenin bitmesini istiyorum... Borçsuz, taksitsiz bireyler istiyorum... Yüzü gülen toplum istiyorum... Paraya bakmayan sağlık sistemi istiyorum... Pasaportumun itibar gördüğü bir dünya istiyorum...

Sivil Toplum Kuruluşları veya meslek örgütleri adı altında faaliyet gösteren derebeyliklerin sona ermesini istiyorum... Gariban aidatları üzerine inşa edilmiş sendika şatolarının yıkılmasını istiyorum... Garibanın, madurun haklarını arayacak gerçek sivil toplum kuruluşları, melek örgütleri ve sendikalar istiyorum...

Evet istiyorum... Rüyamın gerçek olmasını istiyorum... İnsan olduğumun bilinmesini istiyorum... Çok şey istemediğimin bilinmesini istiyorum... Değerleri olan ve değerlerine sahip çıkabilen insanlar istiyorum... Aslında tek bir şey istiyorum... Geleceğimi... Bir o kadar yakın... Ama bir o kadar da uzak olan geleceğimi... Makus talihimin değişmesini...

Kendim için mi? Elimdekiler yeter bana... Soframda bir iki dilim ekmek, bir baş kuru soğan fazla bile... Haa birazcıkta huzur tabi... Onsuz neyleyeyim ben ekmeği, soğanı... Bir de annem için istediklerimi... Ne diye sormayın lütfen... Yüce rabbime ilettim dilekçemi Muharremin birinde... Bilirim kırmaz fakir kulunu... İçim çok rahat O'ndan yana...

Eğer çok israr ediyorsanız "kendin için de iste bir şeyler" diye... Eh ne diyeyim... Beş on günlük bir Hindistan veya Çin gezisi fena olmaz her halde...

Duygularımı dile getirmeme fırsat tanıdığı için sevgili Koşan Kaplumbağa'ya şükranlarımı sunuyorum... Bu vesileyle yeni yılın toplumumuz için eskilerinden daha iyi olmasını diliyorum... Tüm dostlarımın mutlu ve umutlu olmalarını temenni ediyorum...

Ben de listemdeki bazı arkadaşları mimlemek isterim ama... Kimseciklere iş çıkarmak istemiyorum... Bu nedenle isim zikretmemiş olayım en iyisi...

22 Aralık 2009 Salı

Veli toplantısı...

Hafta sonu veli toplantısı vardı... Belki daha önceleri bahsetmişimdir, oğlumuz ilkokul yedide okuyor... Yani SBS kervanında yolcu... Ben ilkokul beşten sonrasına hala "ortaokul" diyorum ya neyse... Veli toplantıları katlanılması güç toplantılardır. Bu nedenle tahammül marjı daha geniş olan eşim katılır genellikle. Ama bu defa iş başa düştü...

Müdürün açılış nutkundan (ki tahmin ettiğiniz gibi parasal konulardı) sonra sınıflara dağıldık... Hocalar teker teker sınıflara gelip, çocukların notlarını okuyor... Bu arada da notunu okuduğu çocukla ilgili ilk akla gelenleri paylaşıyor velisiyle... Not okuma işi bitince de genel değerlendirmelere geçiliyor. Buradan sonrası tam bir şenlik...

Aman allahım ne veliler var ya... Abartısız söylüyorum üçte biri kafadan çatlak... Çoğunlukla kırklı yaşların hemen başındalar... Çok konuşan beş altı kişilik bir grup var... Genellikle önlerde oturuyor bunlar... Bunların görevi hocaları eleştiriden korumak, gelen eleştirileri geri püskürtmek... Ama çok sığ cümlelerle... "Öğretmenliğin ne kadar zor bir iş olduğunu biliyor musunuz siz?" türünden... Hocaların bunlardan böyle bir beklentisi olduğundan değil, gönüllü olarak bu işe soyunmuşlar. Belki de hocalar hiç istemediği halde... Bunlara göre okulda her şey mükemmel, hocalar da süper... Sonradan öğreniyorum ki bunlar en başarılı beş altı öğrencinin velileriymiş... Okulu karargah tutmuşlar, bir nevi kadrolu veli olmuşlar... Çocukları başarılı olduğu için mi okulu karargah tutuyorlar, yoksa okulu karargah tuttukları için mi çocukları başarılı bilemiyorum. Burada bir şeyler ima etmiyorum, gerçekten bilmiyorum...

Neyse ki bunları savuşturmak zor olmadı... Biraz kararlı duruş sergileyince hemen pesettiler... Başka bir katagori veli var ki, bunlara bulaşmamayı tercih ettim doğrusu... Bunlar "tam öğretmen olmak için yaratılmış, ama daha önemli görevleri yüklenmek zorunda kaldıkları için öğretmenlikten feragat etmiş" tiplerdi... Sürekli hocalara işini öğretip durdular... Öğretmenlerin her söylediğine bir alternatifleri vardı bunların... Bunların çocuklarının başarı durumu hakkında genel bir kanaate ulaşamadım maalesef... Muhabbete gelmiş gibi bir halleri vardı sanki... Avrupadan, Amerikalardan örnekler verip durdular... Biraz travmatik bir görüntüleri vardı...

Bir kaç veliyi de başka bir kategoriye sokmak gerekir sanırım... Bunlar sürekli kendi çocuklarının konuşulmasını istiyorlardı... Sanki hocalardan duymak istedikleri özel bir cümle vardı... "Sizin çocuğunuz diğerlerinden çok farklı" gibilerinden bir cümle... Neyse ki hocaların çoğu bu tür konularda oldukça deneyimliymiş... "Özel konuşalım bunları" deyip savuşturdular bu tipleri...

Sıradan veya vasat öğrencilerin velileri diyebileceğimiz kategori ise genellikle konuşmamayı, sadece dinlemeyi tercih ettiler... Bunlara ben sözcülük etmeye çalıştım genellikle... Beş altı tane çok başarılı öğrencinin yanına niye bir bu kadar daha başarılı öğrenci katılamadığını falan sorguladım... Ama pek bir sonuç aldığım söylenemez... Haklısınız aslında falan deyip geçiştirdi hocalar...

Çok tembel bir kaç öğrencinin velisi ise gelmemişlerdi toplantıya... Belki de tembelliğin nedenleri burada yatıyordu... Pek bir kurcalayan olmadı bu hususu. Kurcalansa belki de ne sorunlar dökülecekti ortalığa... Allah bu kategorideki çocukların yardımcısı olsun...

Bir veli vardı ki, durumu hiç bir kategoriye sığmıyordu. Bunu özel olarak irdelememiz gerekiyor sanırım. Bu şahıs Fen Bilgisi hocasını bir hayli sarstı... Diğer velileri de oldukça sinirlendirdi... Konu şu... Efendim Fen Bilgisi hocası ikinci yazılıda ortaya çıkan sonuçları pek tatminkar bulmamış ve ikinci bir ikinci yazılı yapmış... Ve bu iki sınavdan hangisinde çocuk daha yüksek not almışsa, hoca ikinci sınav notu olarak onu kabul etmiş... Beyefendi buna itiraz ediyor... Efendim rekabeti hoca nasıl bozarmış... İlk sınavda yüksek not alan çocuğun günahı neymiş... Falan, filan... Fen Bilgisi hocası da gencecik, kibar mı kibar bir hanımefendi... Hoca başta anlayamadı bu kazmanın söylediklerini... Nasıl yani falan diyerek tekrar tekrar dinledi angutu... Ama kazmada en ufak bir geri adım izi gözükmedi... Hala rekabet falan deyip durdu... Duyarlı bazı veliler ortaya atıldı... Ne rekabeti, arkadaş bu çocuklar... Diğer çocukların da yüksek not alması sizi niye bu kadar geriyor ki falan demeleri kar etmedi bir türlü... Belli ki kazmanın çocuğu ilk sınavdan yüksek not alan ender çocuklardan biriydi. Ve başka çocukların da yüksek not almasını hazmedemiyordu bir türlü. Sadece onun çocuğu yüksek not almalıydı ki, tatmin (başka bir kelime yazmam gerekiyor ama yazamayorum işte) olabilsin beyefendi. Ben dahil herkesin tepesi attı ama kazma hala dediğim dedik, çaldığım düdük...

Neyse uzatmayayım... Veli toplantısından aktaracaklarım bu kadar. SBS sınavı hakkında konuşulanlardan da bir şeyler yazmak istiyordum ama fazla uzattım... Başka bir vesileyle değiniriz bu konuya artık...

Velisi kazma da olsa çocuklar çocuk işte... Saf ve temiz... Yarış atı gibi yetiştiriyoruz bir şekilde... Eskiden bir dersten 10 üzerinden 5-6 alınsa başarı sayılırdı... Şimdi çocuk 100 üzerinden 70 almış, kızıyoruz niye düşük aldın diye... Bilemiyorum vallahi...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Taşınma molası...

Hiç sevmem bu taşınma işini... Hele ev taşımasını... Uykularımı kaçırır günlerce... Neyse ki bu defa işyerim taşınıyor... Zahmeti bir kaç günde biter diye düşünüyorum...

Devlette böyledir bu işler... Sığamazsınız bir türlü... Dolaplara, odalara sığmaz olur evraklar bir süre sonra... Hepsi de vatandaştan gereksiz yere istenmiş evraklar... Noter tasdikli, şirket kaşeli, yetkili imzalı ve daha niceleri... Dolup taşarlar koridorlara... Yeni dolaplar gelir... Ama nafile... Anlarsınız ki mevcut bina yetmiyor size... Ve yeni bina... Daha büyüğü, en büyüğü... Zaten her daim getirdiğiniz yandaş, mandaş da memnun değildir mevcudundan...

Lafı uzatmayayım... Taşınıyoruz işte... Yeni bir binaya, daha büyük bir binaya... Büyük ama bir o kadar da soğuk görünen binaya... Ama özleyeceğim bu küçücük odamı... Alışmıştık aslında birbirimze... Küçüktü ama sıpsıcacıktı... İdare ediyorduk bir şekilde... Pencereme açılan yeşilliği de özleyeceğim artık... Orman Çiftliğinden arta kalan son yeşil parçayı... Elveda serçe, elveda karga...

Sanırım bir kaç gün çıkamayacağım ortalıklara... Görüşmek üzere...

11 Aralık 2009 Cuma

No technical solution problems...

Başlığa bakıp ukalalık taslayacağımı falan düşünmeyin lütfen... Konuya bodoslama dalmayayım diye kenardan dolaşıyorum da ondan... Öğrencilik yıllarımda yabancı uyruklu bir hocamız vardı... Bir hayli ilginç bir herifti... Gündüzleri bir yerlerde boya badana falan yapar, akşamları ise üstünü başını değiştirmeden derse gelirdi... Ayakkabısı, kıyafetleri hep boya olurdu... Soramazdık bu yaşam tarzına ilişkin detayları... Hele neyse dağıtmayayım konuyu...

Bu hocamız bir makaleyle kafayı bozmuştu... Konu ne olursa olsun, bir şekilde bu makaleyle bir ilinti kurulurdu... Biz de bu makaleyle bir hayli haşır neşir olduk anlayacağınız... Makale ingilizce yazılmıştı... Hem de ta 1960'lı yıllarda... Başlığı "The Tragedy of the Commons" gibi bir şeydi sanırım... Yazarı da Garrett Hardin diye biri... Makale nüfus artışı, çevre kirliliği gibi geneli ilgilendiren olası tradejiler hakkında yazılmıştı... Ama amacım bunlar değil... Bize dair bambaşka bir olaya bağlayacağım konuyu...

Bu makalede nüfus artışı, çevre kirliliği, silahlanma gibi geneli ilgilendiren sorunlara "no technical solution problems" deniyor... Yani "teknik çözümü olmayan problemler". Bu problemler sadece teknolojik veya bilimsel yöntemlerle çözülemez deniyor makalede... Hatta kanunlarla, yönetmeliklerle yasaklama yoluna gidilerek de çözülemez deniyor... Çözüm paketinizde teknolojik ve bilimsel yöntemler kadar, insani değerler ve ahlaka dair de bir şeyler olmalı diye ilave ediliyor... Yani sorunun çözümünde "konu" kadar, konunun "öznesi" olan insan da önemli denmek isteniyor... Bu da bir kaç nesli kapsayacak bir eğitim süreciyle mümkün olabilir herhalde...

Her neyse fazla dağıttık konuyu... Konu Bursa'daki maden ocağında yaşanan göçük ve onlarca insanımızın pisi pisine ölmesi... Daha cenazelere bile ulaşılamamışken yeri ve zamanı mıydı demeyin lütfen... Tam zamanı... Zaten üç gün sonra unutup gideceğiz nasıl olsa... Toplumsal hafızamız daha uzağa gidemiyor maalesef... Aslında konuyu sadece dün yaşanan maden ocağı göçüğü ile sınırlı tutmaya da gerek yok... Daha önce yaşanan onlarca göçükler... Hızlandırılmış tren, hızlı tren kazaları... Pistin dışına taşan uçak görüntüleri... Piste 300 metre kala patates tarlasına inen THY uçağı görüntüleri... Tüp patlaması sonucu 20 gencecik çocuğa mezar olan kuran kursu görüntüleri... Hepsi aynı kapıya çıkıyor... Cehalet, umursamazlık, vurdumduymazlık, açgözlülük... En önemlisi de vicdansızlık... İnsana değer vermeme yani... Bu hadiseler aslında sadece bize özgü de değil... Bize benzeyen her yerde... Somali'de, Bangladeş'te, Hindistan'da... Ve diğerlerinde...

Haberlere baktım da... Neymiş dinamit kullanarak üretim yapılıyormuş... Neymiş denetimler zamanında yapılıyormuş ama tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için firmaya süre verilmiş... Geçiniz beyler... Dinamit kullanılmasa ne olur ki... Zonguldak'ta dinamit kullanılmadığı için mi kaza olmuyor hiç? Kaza dediğime bakmayın, uygun kelime bulamadım da onun için... Veya ne denetimi... Kimi kandırıyorsunuz siz... Adet yerini bulsun o kadar... Belli formlar doldurulsun, bir kaç yetkili (!) imzalasın görev tamam... Şimdi gelsin izzet ikramlar... Hemen cezalar aklınıza gelmesin lütfen... Bu işlerin çözümü ceza ile falan olmaz... Bilimsel ve teknolojik donanım bile bir noktaya kadar işler... Olay insanda biter, insanda! Gerisi hikaye... Ocağın sahipleri, başındaki yöneticileri insan olmalı, insan... Ama adam gibi adam... Maiyetindekinin canını, kendi canı gören bir adam... Ağlayan bir yetimi, kendi yetimi gören bir adam... Ağlayan bir dulun çığlıklarında ruhu parçalanmış bir adam... Bu ocaktan yenecek ekmek artık bana haram diyebilecek bir adam... Var mı böyle bir adam peki... Hiç sanmam...

Bundan sonra olacakları söyleyeyim size... Üç beş gün ah vah denilecek, ölenlerin yakınlarına çeşitli vaatlerde bulunulacak... En önemlisi de ölenlerin varsa çocuklarına, yoksa yakınlarına ocakta iş verilecek olay tatlıya bağlanacak... Ya travmalar? Onlar ocağın dışındaki konular... Ateş düştüğü yeri yakar... Orada dumanlar tütmeye devam edeck maalesef... Kaza denecek, kader denecek... Teselli aranacak bir şekilde... Herkes sabır dileyecek... Sabır da neye sabır... Nereye kadar sabır... Çaresizlik çeşmesinden damlayan tek kelime... Sabır.

Haberleri izlerken yüreğim parçalanacak... Baba feryadıyla inleyen kuzucuklara buğulu gözlerle bakacağım... Göz yaşlarımı çocuklarımdan gizlemek için alnımı kaşıyor numarası yapacağım... Biliyorum ki ateş yine gariban ocağına düştü... Hep öyle olur... Bir patlama oldu dendi mi, anlarım ki bir gariban öldü... Bu kez çok gariban öldü maalesef... Ya garibanların yetimleri... Allah dayanma gücü versin onlara...

10 Aralık 2009 Perşembe

Torpil...

Hiç sevmem bu kelimeyi… Haksızlığı, hak gaspını ifade etmiştir hep benim için… Birini kenara itiverip yerine geçmeyi… Mazeretiniz de hazır yani… Ne yapayım, bu ülkede işler böyle yürüyor abi… Gerçekte işler nasıl yürüyor inanın fazla bir bilgim yok… Ama affedersiniz “sevmediğin pok…” misali sürekli karşıma çıkıp durur bu kelime… Allaha çok şükür hayatım boyunca hiç tevessül etmedim bu kelimenin ifade ettiği atraksiyonlara… Niye mi bu konuya girdim? Anlatayım müsaadenizle…

Bu günlerde Maliye Bakanlığı’nda bir sınav varmış… Vergi Denetçisi mi, Vergi Denetmeni mi ne öyle bir şey işte… Efendim yazılı sınavı yapılmış, 1.500 kişi kazanmış… Bu günlerde mülakat sınavı yapılacakmış ve 500 kişi alınacakmış… Yani bin kişi elenecek… Ankara’dayız ya… Mutlaka bir tanıdığın vardır etkili yerlerde diye bana da geliyor eş dost… Torpil için yani… Bana gelene kadar da daha nerelere gitmişler sormayın… "Kelin merhemi olsa…" misali elimizden fazla bir şey gelmiyor ama… Neyse amacım farklı zaten…

Efendim takıldığım nokta şu… 500 kişi alınacak yere niçin 1.500 kişi çağrılır… Beş yüz kişi alacaksan, sınavda başarı gösteren ilk beş yüz kişiyi çağırır başlatırsın olur biter… Başarıysa başarı işte… Bu mülakat neyin nesi… Mülakat sınavında neyi keşfedeceksin, yazılı sınavında keşfedemediğin… Bu çocukların umutlarıyla, hayalleriyle niye oyun oynayıp durursunuz… Bu çocukların kaşına, gözüne mi bakacaksınız mülakat dediğiniz sınavda… Yoksa boyuna, postuna mı ha? Hadi işin niteliği gereği kekeme falan olanları elemek istiyorsunuz… Bu da garip ama olsun… Peki neyinize yetmiyor 600 kişiyi mülakata çağırmak… Niye alacağınızın tam üç katı… Önünüzde üç katı insan mı takla atsın istiyorsunuz… Sizi bu tatmin edecekse fazla söze hacet yok zaten… Ama insaf yani… Karşınızdaki elma veya armut değil ki seçip alasınız… İnsan be… Hem de gencecik çocuklar… Bir umutla okullarını bitirmişler… Hayata atılmak istiyorlar… Ana, baba harçlığından kurtulmak istiyorlar… O halde bu çocuklara “başarısız” yaftasını yapıştırmak niye… Niye bu çocukların duygularıyla, hayalleriyle oynuyorsunuz… Bu çocukları niçin torpil kuyruklarına sokuyorsunuz…

Keşke duysa da Sayın Bakana sorabilsem… Mehmet Şimşek’e… Daha önce okuduğun, çalıştığın ülkelerde bu işler böyle mi yürüyor acaba… Mevcut çarka ayak uydurmak yerine, çarkı değiştirmeyi niye düşünmüyorsunuz? Anladım işinize gelmiyor… Ne de olsa güç, otorite, ego… Belki de siyaset denen şey… Adına ne derseniz deyin… Ama ben “yazık” diyebiliyorum…

8 Aralık 2009 Salı

Gözyaşlarım içime...

Bu gün de acı haber Tokat'tan geldi... Reşadiye ilçesinden... Yedi fidanımıza kıymışlar bu kez... İçim acıyor, yüreğim sızlıyor... Diyecek çok söz var ama boğazım düğümleniyor... Yutkunuyorum ama nafile... Ateş Adana'ya, Ordu'ya, Hatay'a ve diğer yörelerimize düştü çoktan...

Tepki uzaklardan, taa Amerikalardan geldi gecikmeden... Neymiş, bedelini ağır ödeyeceklermiş... Geçsene sen...

Televizyonlarda suratsızları gördükçe; halklar, özgürlük, demokrasi gibi salyaları akarak söyledikleri tekerlemeleri duydukça öfkem daha da kabarıyor... Ama çaresizim ben...

Çaresizliğim öfke olup taşıyor dışıma... Allah sabır versin milletime...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kaybolmuş Mersin'im...

Bir bir düşüyor kentlerimiz... Mersin'imizi de kaybettik sonunda... Huzurun, sukunetin, yeşilin, mavinin harmonisi olan bu şirin kentimiz yok artık... Hırsızı, arsızı geldi önden... Yersizi, yurtsuzu sardı dört bir yanından... Cezeryesi tat vermiyor, tantunisi kıvam tutmuyor artık bu memleket toprağının...

Karısını döven, sevdiğini gömen cani haberlerine konu oluyor Mersin'im... Karakol basan, polis taşlayan, cam çerçeve indiren soysuzlar hakim sokaklarına... Geçenlerde TV'de izledim... Beş on polis çuvallanmış birinin üstüne, kaşını gözünü dağıtmışlar garibanın... Hem de karakol binasında... Bu da Mersin'imden... Artık kamu görevlilerinin de kimyası bozulmuş iyiden iyiye...

Mersin'im ölüyor içten içe... Artık canım gitmek istemiyor Mersin'ime...

4 Aralık 2009 Cuma

Aşılandık...

Aşı konusunda kafamız iyice karışmıştı... Sorduğumuz her on kişiden dokuzu "sakın ha olmayın" diyordu... Çevremizdeki üç beş doktor arkadaşımız da aşı konusunda çok net bir şey söylemiyordu... Buna rağmen eşim ve ben aşı olmaya karar verdik... Tek sorun ilkokul üçte okuyan kızımızın ikna olmasıydı... Zira aşıya karşı okulda çok kötü bir algılama oluşmuştu... Sürekli "felç olmak istemiyorum ben" diye sızlanıp durdu... Neyse ki kendimize has yöntemlerle ikna ettik O'nu ve sağlık ocağının yolunu tuttuk bu sabah... Ama biraz mahçup bir edayla... Ne de olsa kimsenin yaptırmak istemediği bu melanet aşıyı yaptıracaktık... Hatta biraz bahane bile hazırladık kendimizce, ola ki hemşireler niye aşı yaptıracaksınız diye kızar diye... Alerjik astımımız var falan diyecektik...

Ama o da ne... Herkes aşı kuyruğunda sanki... İki saat kadar bekledikten sonra ancak sıra geldi... Aynı seçimlerdeki gibi yani... Herkes AKP'ye karşı, ama her iki kişiden biri ona oy veriyor... Aşıda da aynı durum dostlar... Ben anlamadım bu işi...
Sevgiyle kalın...

3 Aralık 2009 Perşembe

Açılıma bakın...

Bir süredir bir açılım maskaralığıdır gidiyor… Adamlar terörist üniformalarını giymiş sırıtarak giriyorlar hududumuzdan… Otobüsün üzerinde ellerini kaldırmışlar, “Biji bilmem ne” eşliğinde zafer işareti yapıp duruyorlar… Gözü dönmüş sürü psikolojisindeki kalabalıklar kahramanlar gibi karşılıyor bu zavallı piyonları… Gençliği akıp gitmiş bir hiç uğruna, farkında değil aptalın… Dün de Tv ekranlarında gördüm, basın toplantısı yapıyorlardı… Neymiş, bu ülkede demokrasi ve özgürlüğün yolu İmralı’daki sayın (!) bilmem kimden geçiyormuş… Aynen böyle diyor utanmaz… Bakmayın “diyor” dediğime, okuyor eline tutuşturulan kağıt parçasından… Okuyor dediysem de, okumaya çalışıyor işte…

Kanım donuyor bu manzaralar karşısında dostlar… Sadece kendilerine ait bildikleri coğrafyada olsa neyse… Ama öyle değil işte… Güzel Adana’mda, Mersin’imde, Antalya’mda… Hatta İstanbul’umda… Adamlar otobüs yakıyor, karakol taşlıyor bütün vahşiliğini ortaya koyarak… Terörist başının çirkin posterlerini sallamak artık sıradan vakıa… Ne diyeyim başka… Boğazım düğümleniyor… Yutkunuyorum ama gitmiyor işte…

Esen kalınız (kalabilirseniz bu koşullarda tabi)…

2 Aralık 2009 Çarşamba

Bayramlaşma...

Eskiden çalıştığım kurumlardan birinden aradılar bu gün... Saat 16:00'da bayramlaşma töreni yapılacakmış... Katılıp katılamayacağımı sordular, ben de katılırım dedim. Eski çalışanlar, yeni çalışanlar, emekliler vs. bir kokteylde biraraya gelecek şekilde tasarlanmış. Yani birazdan bayramlaşmaya gidiyorum Kızılay tarafına... Bayramlaşma işin bahanesi tabi, esas olan arkadaşlarla bir araya gelmek... Bol bol anı dinlemek, eski günleri yadetmek...

Görüşmek üzere...

1 Aralık 2009 Salı

Deliye her gün...

Kurban bayramı geride kaldı... Bir kez de buradan kutlayayım sevdiklerimin bayramını... Bayram gibi müstesna günlere önem atfederim ben... Toplumsal dayanışmanın, sevginin ve hoşgörünün yaşanması ve yeni nesillere aktarılması açısından önemli bulurum bu gibi günleri...

Bayram hakkkındaki genel düşüncem böyle olmakla birlikte, son bir kaç bayramdır içimde bir sorgulama güdüsü dürtüp duruyor beni... Tabi ki kastım kurban bayramları... Gördüğüm kurban manzaraları fena halde canımı sıkıyor, içimi karartıyor... Yol, sokak, cadde her taraf kan revan içindeydi yine... Hayvancıklar sırayla katledilirken, en ufak bir itina ve hassasiyet görmedim kasap unvanlı eli bıçaklılarda... Bir an önce işi bitirip, görevi savma duygusu hakimdi yüzlerinde... Ne bir düzen, ne de bir organizasyon... Olayın dini boyutuna girmiyorum. Zaten sevmem de dini konularda yorum yapmayı. Ama gördüğüm manzaralar, kutsal kitap buyruğu olamaz dedirtiyor bana...

Ya TV ekranlarına yansıyan görüntülere ne demeli... Bu toplumdan nasıl böyle cani ve sapık ruhlu insan (kılığında yaratıklar) çıkıyor anlamakta zorlanıyorum... Allah ıslah etsin bu zavallıları...

Daha uygar, daha insani günlere kavuşmak dileğiyle...