26 Şubat 2010 Cuma

Sevmez oldum Cuma'ları...

Eskilerde çok severdim Cuma'ları... Çalışanlar için tatil arefesidir Cuma'lar... Hele de biz memurlar için... Ama artık sevemez oldum Cuma'ları... Haftanın bittiği anlamına geliyor bana... Çok hızlı geçiyor haftalar... Sanki günlere döndü haftalar... Aylar da haftalara... İple çektiğimiz maaş günleri de yok artık... Maaşları göremez olduk... EFT'ler, otomatik ödeme talimatları derken görmeden yerini buluyor maaşçıklar... Bereketi kaçtı maaşların anlayacağınız... Eskilerde bir Hüseyin Efendimiz vardı, mutemedimiz... Ay başlarında kahverengi James Bond çantasına paracıkları doldurur, oda oda dağıtırdı maaşlarımızı... Ne de sevindirik olurduk sevimli yüzünü görünce... Üç beş kuruş da bahşiş bırakırdık hani... O da sevindirik olurdu bu bahşişler nedeniyle...

Neyse konuyu dağıttım yine... Evet akıp gidiyor günler, haftalar, aylar... Sırf bu nedenle sevinemez oldum baharın gelişine bile... Biliyorum ki gelmesiyle gitmesi bir olacak baharın... Oysa ne çok işim var daha yapacak... Yarınları bekliyor hep... Ama yarınlar bu günden gelir oldu gayri... Zaman hızlı akar oldu sanki... Onca meşgalem arasında bir de blog hobisi çıktı bak... Bulaştım bir kere... Bıraksam, o beni bırakmaz ki...

Evet, bu gün yine Cuma... Bu hafta da geçmiş bak... Tıpkı daha öncekiler gibi... Yeni haftaya kaldı yapacaklarım yine... Yapamadıklarım, erteleyip durduklarım yani... Ama başlamam lazım... Kaçarı kalmadı artık... Söz, pazartesi...

25 Şubat 2010 Perşembe

Yine göçük, yine ölüm...

Evet bu kez de Balıkesir'de oldu göçük... Sonuç, onüç garibanın ölümü... Ölen öldü de, ya kalanlar... Onlar için ölüm yeni başladı maalesef... Her gün ölecek bu yetimler, dullar... Allah yardımcısı olsun bu bahtı karaların... Kolay değil bilirim... Bir kabus değil ki uyanınca geçsin... Hayatın ta kendisi... Belki de bir iki kuşak kalbin derinliklerinde hissedilecek bir acı... Bir defasında kardeşi daha 29'unda kanserden ölen Elif'e sormuştum, "geçen üç ayın ardından acılarınız biraz hafifledi mi bari" diye... Gözlerime dik dik bakıp, "Acılar hafiflemiyor, artıyor" diye cevap vermişti Elif... O zaman öğrenmiştim, zamanın da acılara bir çare olmadığını...

Daha bir kaç ay önce Bursa'da yaşanmıştı benzer bir acı... Yarınlarda başka yenileri yaşanacağı gibi... Tıpkı üç yıl önce aynı ocakta yaşandığı gibi... Bursa'daki olay üzerine yazdıklarımı hatırlıyorum... Eğitim, sorumluluk, vicdan gibi şeyler yazmıştım galiba... Ama hiç biri yeterli olmuyor sanki... Bu ocakta daha yenilerde denetim de yapılmış, erken uyarı sistemi de kurulmuş... İşletme sahibini görüyorum televizyonlarda, "örnek bir tesis kurduğumuzu sanıyordum" diyor... Ne kadar samimi bilemiyorum... Ama bildiğim bir şey var... Ülkemi biliyorum... İnsanlarımı biliyorum...

Evet, kömür işi tehlikeli bir iştir... Sorumluluk ister, ciddiyet ister... En ufak bir ihmal veya vurdumduymazlık kaldırmaz... Hataya yer yoktur bu sektörde... Makinalara ve cihazlara bir noktaya kadar güvenebilirsiniz... Ama iş insanda biter... Evet insanda... Peki ister işletme sahibi olsun, isterse çalışan işçi... Yurdum inanında var mı bu ciddiyet? Hiç sanmıyorum ben... O erken uyarı sistemi olur olmadık yerde günde en az yirmi kez ötüyordur... Tınmıyordur hiç kimsecikler... Aynen bizim katın yangın alarmı gibi... Her gün her vesileyle öter durur ama tınmaz hiç kimse... Daha öncekiler gibi "öylesine ötmüştür" der geçer herkes... Bir gün gerçek bir yangın olsa ölüp gideceğiz anlayacağınız... Halbuki bu uyarı sistemleri ötünce sorgulamamak gerekir... Niye ötüyor diye sormamak gerekir... Derhal kendini dışarı atmak gerekir... Vurdumduymazların da zorla dışarı çıkarılmasını sağlayacak mekanizmaların düşünülmesi gerekir... Böylemidir peki? Geçiniz, hiç sanmıyorum... Tanıyorum yurdum insanını çünkü... Riski sever insanım... Risk, yüksek getiri demektir aynı zamanda... İyidir yani... Ama bu risk farklıdır... Getirisi yoktur bu riskin... Gariban riskidir bu... Soros riski değil yani...

Peki ders alınacak mı? Hiç sanmıyorum, imkansız bu... Kısa vadede eğitimle falan olacak bir iş değil bu... Genimize işlemiş olan yersiz risk almayla ilgili bir şey bu... Kaskosuz, sigortasız trafikte serseri mayın gibi dolaşan binlerce sorumsuzdan pek farklı bir şey değil bu... En azından büyük faktör bu... Bu gün başlasan, bir iki nesil gerekir bazı şeylerin değişmesi için... Zor bir iş yani...

Zaten kanıksamış da herkes... Baksana pek haber konusu bile olmadı... CNN International'da flash haber olarak geçerken, bizim kanallarda onbeş orgeneral ve oramiralin balyoz operasyonunda ortaya çıkan "ciddi durumu" değerlendirmek üzere toplandığı tartışılıp duruyordu... Ne diyeyim, böyle işte...

Pek bir anlamı olmasa da rahmet diliyorum canını kaybedenlere... Ölenlerin dullarına, yetimlerine de Allah'tan sabır diliyorum... Elimden geleni bu kadar maalesef... Allah bir daha başka acılar yaşatmasın insanımıza...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Uzaktan sevmek...

"Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi...

Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de..."

Evet, bu satırlar Elif Şafak'a ait... Severek okuduğum bir yazar Elif Şafak... O'nunla dalar giderim başka dünyalara ben... Romanlarındaki duygu atmosferi ufalar, benliğime hapseder beni... Ayıldığımda ılık bir sam yelinde savrulan kuru bir yaprak olarak bulurum kendimi... 

Devam edelim Elif Şafak'la...


"Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek... Uzaktan sevmek en güzelidir bazen..."

Yüreğine sağlık Elif Şafak...

19 Şubat 2010 Cuma

Bana ne...

Bir kaç gündür Erzincan-Erzurum ekseninde yaşanan yargı maskaralığıyla ilgili bir şeyler yazacaktım... Yazmamaya karar verdim... Bana ne, ne yaparsanız yapın... İster dövüşün, isterse sevişin... Umurumda bile değil... Çimler ezilmiş zaten; üstündeki filler tepişse ne olur, sevişse ne olur... Bana ne ki... Efendim HSYK şöyle karar almış, böyle karar almış... Savcıların özel yetkileri kaldırılmış... Danıştay ve yargıtaydaki üst düzey zevat destek ziyareti yapıyormuş... Başsavcı Abdurrahmen bey yeni kapatma davası açmak için kolları sıvamış... Hükümetten sert açıklama gelmiş... Valla umurumda değil... Dileyen dilediğini yapabilir... Meydan sizin... Ben kendi derdimdeyim... Geçim derdinde yani...

Tanırım sizi... Bu gün dövüşürsünüz, yarın kol kola olursunuz... İyi tiyatro oynarsınız... Zaten oyun kaabiliyetiniz olmasa gelebilecek miydiniz oralara... Tek sermayeniz "rolünü iyi oynamak" değil mi sizin... Biriniz rejim bekçiliği yaparak doyuma ulaşıyor, diğeriniz "kafasına vurulan çocuk" rolünü oynayarak oyu devşiriyor... Keyfiniz yerinde yani... Başarılar size... Beni bana bırakın lütfen... Benim meşgalem bana yeter...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Müfettişler...

Aslında genelleme yapmayı sevmem... Bir meslek gurubunu, bir zümreyi topluca ıskartaya çıkarmak pek uymaz bana... Ama yine de kendimi alamadım bak... Bir meslek gurubuna, müfettişlere çatmaya karar verdim... Geçenlerde blog arkadaşlarımdan biri yakınıyordu bu müfettiş tayfasından... "Beni bilmeden, tanımadan, yarım saatlik gözlemiyle beni değerlendiriyor, bana not veriyor aklınca" diyerek isyanını dile getiriyordu... Dahası öğrencilerinin önünde "dinle beni" diye yediği azar da cabası... Esasen eşim ve yakın çevremdeki onca insan öğretmen olduğu için, benzer serzenişleri çok dinlemişimdir daha önceleri...

Ülkemizde sayıları çok fazladır bu zümrenin nedense... Her bakanlıkta, her kurumda mutlaka bulunur bu ayrıcalıklı sınıf... En iyi odalarda otururlar, en çok ücreti alırlar hep... Yemekhanede bile özel bir masa ayrılmıştır onlara... Diğer personelin arasına karışsalar olmaz... Mazallah avamlaşırlar, sıradanlaşırlar... Hesap vermezler, hesap sorarlar hep... Taşın altına hiç sokmazlar ellerini... Pusuda beklerler her daim... Ufak bir hatanızı yakalamaya görmesinler, çuvallanırlar hemen üzerinize... Her şeyi de bilirler maşallah... Ya da bildiğini sanırlar... Nasıl olsa kimse "öyle değil, yanlış biliyorsunuz" diyemez onlara... Öyle rahat da duramazsınız karşılarında... Saygının en büyüğünü göstermeniz gerekir bu büyüklere... Önünüzü ilikleyeceksiniz, dik duracaksınız, gözünün içine bakacaksınız, çok konuşmayacaksınız, sormazsa cevap vermeyeceksiniz, içinde bol "efendim" geçen kısa cümlelerle konuşacaksınız, vs... Boru değil, müfettiş karşınızdaki...

Bir arkadaşım şubesindeki müfettişlerden bahsederken "tuzluk gibi bunlar sanki" demişti... Ne sebeple bu benzetmeyi yapmıştı bilemiyorum ama haksız da sayılmaz yani... Pek bir kasıntı oluyor bu müfettiş milleti nedense... Giyimleri, kuşamları, tarzları, traşları vs hep aynı oluyor nedense... Aynı tornadan çıkmış gibi... Tepeden baka baka boyları uzuyor sanki... Normallikten uzaklaşıyorlar... Empati denen şey akıllarına bile gelmiyordur sanırım... Nasıl olsa yaratılıştan farklı bunlar... Hesap soranlar ve hesap verenler şeklindeki yapılanmanın şanslı tarafındalar nasıl olsa... Karşısındakinin onurunu, gururunu, kişilik haklarını bıraktım bir kenera... Acaba düşünmüş müdür hiç karşısındakinin daha bilgili, daha rasyonel olabileceğini? Sanmıyorum hiç... Bu kişilikteki biri barınamıyordur bile o kulüpte...

Ne olur yani karışsan aralarına...  Hal hatır sorsan... Biliyorsan yol yordam göstersen... Küçük de olsa bir kompliman yapsan... Gönül alsan... Morartmasan, moral versen... Motive etsen... Zoraki saygı beklemeyip, saygıdeğer olsan... Unvanının gücünü kullanmayıp, unvanına değer katsan... Sen de hesap versen... Kendini sorgulasan... Sen de teftiş istesen... Hata yaparsan, gönüllü olarak mühür bıraksan... Çok mu zor bunlar acaba? Bilmiyorum, bilemiyorum...

Başta da belirttiğim gibi genelleme yapmayı sevmem aslında... Aralarında beklentilerimin bile ötesinde iyileri vardır muhakkak... Ama satırlara döktüğüm bu gözlemler de boşuna oluşmuyor... Demek ki bir arıza var ortada...

Daha bilgili, daha donanımlı, daha duyarlı, daha rasyonel bir müfettiş özlemimle sevgilerimi sunuyorum...

16 Şubat 2010 Salı

Mim furyasında ben...

Sevgili Nurdan mimlemiş beni... Yedi maddede kim olduğumu yazacakmışım galiba... Aslında sevmem cümlelere, kelimelere hapsetmeyi kendimi ama... Ne yapacaksın, istemiş arkadaşımız... Yazacağız artık bir şeyler...

Kalıplar sıkar beni... Hep asi bir çocuk barınır içimde... Bak şimdi de öyle oldu işte... Nurdan yedi madde demiş ya... Hayır diyor içimden bir ses... Maddelere hapsetme kendini diyor... Gerekirse bir madde yaz, yetmezse bin... Evet, içimdeki sesi dinliyorum yine... Madde sayısına takılmayacağım yani...

Peki kimim ben? Bilmiyorum desem, inandırıcı gelmez sanırım... Ama gerçekten bilmiyorum... Hancı mıyım, yolcu muyum ona bile karar veremedim henüz... "Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğim" desem, bu da çok felsefi olur... Oysa felsefeci de değilim ben...

Aslında buldum galiba... İnsanım ben... Evet, evet insanım... "Sıktın ama" demeyin lütfen, gerçekten insanım... Bir o kadar saf, bir o kadar yalın... Bir o kadar da yalnız bir insan... Onca kalabalığın arasında yapa yalnız bir insan... Zarar vermeyen, zarar verirler diye her daim kendini sakınan zavallı bir insan... Bazen akıntıya karşı kürek çeken, bazen de azgın sulara kendini bırakıveren bir insan...

"Ne kadar tanrı olmaya çalışırsan tanrıdan o kadar uzaklaşırsın, ne kadar insan olmaya çalışırsan tanrıya o kadar yaklaşırsın" gibilerinden bir söz okumuştum bir yerlerde... Evet tanrı yolunda bir yolcuyum ben... Bazen bir çağlayan olup coşarım, bazen de müşfik bir çınar olup aşıklara koynumu açarım... Gün olur boynu bükük bir papatya olurum, gün olur haylaz bir ceylan yavrusu... Böyleyim işte ben... İnsan olmak isteyen bir insan...

Sevgilerimle...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bir dramın düşündürdükleri...

Bazen "fazla mı duyarlıyım?" diye kendi kendime sorarım... İzlediğim, okuduğum her haberin bir izi kalır yüreğimde... Bazısı acıtır, bazısı mutluluk hormonu olup akar içime... Bazısı da kahreder... Bu haber de kahretti yine beni... İlk duyduğumda pek oralı olmamıştım... Amma gururlu insanlarmış bu asker milleti deyip burun kıvırmıştım... Ufak bir olaya adın karıştı diye hemen intihara mı kalkışılır diye de söylenmiştim kendi kendime... Şu son albay intiharından bahsediyorum... Özellikle isim yazmıyorum... Çünkü acılı ailenin isimleri daha fazla afişe olsun istemiyorum...

Olay tam bir cinayet bana göre... Bilerek, isteyerek, planlayarak birinin ölümüne sebebiyet vermek... Bir albayın eşi ile ilgili bir takım görüntüleri internete koymuşlar, bu kadının başka bir askerle gönül ilişkisi olduğunu ima etmişler... Olay gerçek veya değil... Ne önemi var ki... Hem kime ne başkasının yaşantısından... Kim yapmış olabilir bu alçaklığı peki? Kim yapacak, hasta ruhlu birileri işte... Aramızda sürüsüyle dolaşan yaratıklardan biri... Amacı nedir peki? Ne olacak ki... Ya kişisel bir hesap, rahmetli albayın önünü kesip kendi önünü açma düşüncesi... Ya da daha basit bir şey, zevk olsun diye... Amaçsızca yani... Olur mu? Niye olmasın ki... Her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında az mı okuyoruz bu türden haberleri... Bir hiç uğruna işlenen onca cinayeti...

Peki sonuç ne? Olayın ağırlığına dayanamayıp canına kıymış bir insan... Perişan bir eş ve oğlu... Esasen bu satırları kaleme almamın sebebi, çaresiz eşin durumu... Albayla sorunu olanlar nedense albayın kendisi ile hesaplaşma yoluna gitmemiş, eşi üzerinden ona vurma kolaycılığına kaçmışlar... Albayla olan sorunları eşini niye ilgilendirsin ki... Şimdi bu kadıncağız ne yapsın? Eşinin ölümünde vicdani sorumluluk çoktan onun sırtına yüklendi bile... Onun yaşantısı nedeniyle bu olayın olduğu hususunda herkes hemfikir... Asıl suçlular, yani kahpe caniler aradan sıyrılıp gittiler... Bu kadıncağız bundan sonra oğluna bile olayı tam olarak anlatamaz... Zaten cenazedeki bir çelenkte yazılı olanlar her şeyi fazlasıyla anlatıyor... Çelenkte "ailesi" demiyor; "annesi, babası, kardeşi ve oğlu" diyor... Anne, aile albümünden çoktan silinmiş belli ki...

Bu olay üzerine uzun uzun düşündüm... İnsan vicdansızlaşmaya görmesin, nelere tevessül etmiyor ki... Bu veya benzer bir olayın kendi başıma gelmiş olmasını tahayyül ettim... Allah göstermesin... Düşüncesi bile altından kalkılacak gibi değil... Allah bu kadının yardımcısı olsun... Olabilecek en kahpe saldırıya maruz kalmış, yine olabilecek en acı sonuçla yüzleşmiş... Yüzleşiyor... Diyecek fazla söz bulamıyorum...

Ha bir de bu kahpeliği yapanları düşünüyorum... Düşünmüyorum aslında... Değmez...

12 Şubat 2010 Cuma

Sevgi(liler) Günü...


Bu Pazar sevgililer günüymüş... Artık reklamlar dolayısıyla ıskalamaz olduk bu tür özel günleri... Açıyorsunuz kanalı "sevgililer gününe özel..." diyerek başlayan bir reklam çıkıyor karşınıza... Sonra bir başkası... Ondan sonraki de aynı tema...

Kapitalizmin mekanizmaları bütün unsurlarıyla işliyor... Harcayacaksınız, her vesileyle harcayacaksınız... Vesile mi bulamadınız? O zaman vesileyi de yaratacaksınız... Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, şükran günü, yıl başı, paskalya vs. Günlerden gün beğen... Size biraz zorlama mı geliyor bunlar? Merak etmeyin, sizin çocuklarınıza gayet doğal gelecektir... Sabırlıdır kapitalizm, bir nesilde oturtamadığını bir sonrakinde mutlaka oturtur...

Ankara'da onlarca AVM'ye bir yenisi ekleniyor bu hafta sonu... İsmi Kentpark... Bunun isminde "Mall" geçmiyor nedense... Gece gündüz çalışarak yetiştirdiler sevgililer gününe... Sırf hizmet olsun sevgililere diye... Sevgililer günü vurgununu kaçırmamak gibi bir düşünceleri olduğunu sanmıyorum (!)... Kapitalizmin söylemleri "hizmet" üzerine kuruludur zira...

Neyse ki bu defa sevgililer günü geliyor... Benim dışımda yani... Evlileri ilgilendiren bir yanı yok (!)... Ama derin düşüncelere daldım yine ben... Sahip olamayanları düşünmeye başladım... Böyleyimdir ben... Anneler günü mü, annesi olmayanları düşünürüm hep... Babalar gününde de, babası olmayanları... Hele küçücük yaşta annesini, babasını kaybedenler yok mu... Onlar gelir gözümün önüne... Sonra da kahrolurum... İçimde bir öfke kabarır bu günleri tasarlayıp ortaya atanlara... İşte şimdi de sevgilisi olmayanlar geldi aklıma... Veya olup da platonik düzeyde kalanlar... Ne yapsın şimdi bu sevdasızlar... Bak işte kahroldum yine ben...

Neyse uzatmayayım konuyu... "Sevgi Günü" olarak değiştirdim bu günün adını ben... Gönlünde sevgi olan, yolu sevgiden geçen bütün dostlarımın sevgi gününü kutluyorum... Sevginiz hiç eksik olmasın, yüzünüz her daim gülsün...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Seyredebiliyorum ancak...

Etrafta olup bitenleri izliyorum bir süredir... Issız bir tepeciğin başına oturmuş, aşağıları süzüyorum sanki... Avını bekleyen bir atmaca gibi değil, sükunete hasret bir bezirgan edasıyla... Karışmak istemiyorum kimseciklere... Taraf olmak istemiyorum sığ kavgalara... O darbeciymiş, bu sivil diktacıymış... Bana ne canım... Ne olursanız olun... Ne düşünürseniz düşünün... Bana ne...

Mahallemdeki kavga ve gürültüden yorulduğumu hissediyorum... Gündemi meşgul eden konulara, siyasilerin söylemlerine bakıyorum... Umutsuzluğum daha da perçinleniyor... Ülkemizdeki siyasi figürlerin hepsi sevimsiz geliyor bana... Erdoğan'a, Bahçeli'ye bakıyorum... Öfke küpü sanki... Yüzlerinde ne bir gülücük, ne de bir tebessüm... Espri anlayışı, nükte, ince zeka hak getire... Çok sığ buluyorum bu ikiliyi... Gülüp geçilecek, küçük bir espriyle savuşturulacak bir konuyu olay haline getiriyorlar adeta... Çapımız, derinliğimiz bu dercesine... Baykal'a bakıyorum, farklı bir alemde yaşıyor sanki... İktidar olmaya istekli mi, değil mi anlayamıyorum vallahi... Takılmış Tayyip'in peşine, karışmayın işime der gibi... Hitabeti güçlü, Türkçesi düzgün... Ama eksik yine de bir yerleri... Yavan bir tarafı var... Tat vermiyor bana... On tane düzgün laf etse, mutlaka bir onbirinci lafı olur ki alır götürür diğer onunu... Ne diyeyim ki ben...

Tayyip'i dinliyorum, Prof. İlber Ortaylı'ya çatıyor... Neymiş, Sayın Ortaylı her ilde bir üniversite açılmasını eleştirmiş... Tamamen bilimsel kaygılarla, eğitim kalitesi açısından... Senmisin eleştiren... Tayyip kükrüyor... "İsminin başında prof olan bir zat bizim her ilde üniversite açmamızı eleştiriyor. Bizden önce bu illerdeki yurt sorunlarına hiç kafa yordun mu sen" şeklinde veryansın ediyor... Ne alaka diyesi geliyor insanın... Yurt sorunuyla ne ilgisi var bu konunun... Ama karşında bir kral (!) var, sormak ne haddine... Alkışlayabilirsin ancak sen...

Bahçeli'yi dinliyorum, O da kükrüyor... MHP sıralarına bir metre kadar yaklaşırsanız görürsünüz olacakları diyor... Gözü dönmüş, tehdit savuruyor adeta... Oradan geçerken elinizde bir metre, ölçerek geçeceksiniz sanki... Sınır ihlali olmasın diye... Ne diyeyim şimdi bu söze ben... Ciddiye almaya değmez... Hadi ben ciddiye almayayım da, çözüm mü peki... Bir şekilde geleceğimizi bunlar şekillendiriyor... Allah yardımcımız olsun diyeyim bari...

CHP'ye bakıyorum... Oradan da geliyor çatlak bir ses... Konu, başbakanın eşinin Gülhane Hastanesine alınmayışı... Aktörümüz Antalya Belediye Başkanı Mustafa Akaydın... Eski rektör... Azılı başörtüsü karşıtı... Onun da ağzından salyalar savruluyor adeta... Beyefendi diyor ki, "camiye ayakkabı ile giriliyor mu ki askeri hastaneye başörtüsü ile girilebilsin..." Ne diyeyim şimdi ben... Ne alaka diyebiliyorum ancak... Yahu sen bir akademisyensin, aydın biri olman gerekir, sokaktaki biz gibi baldırı çıplaklardan biraz farklı düşünmen gerekir... Hele hele okumuş bir adamsın sen, bu mu senin hoşgörün..? Olayın bir numaralı muhatabı Genelkurmay Başkanı bile olayı savunamıyor, "olmasaydı keşke" falan diyor... Hem ne alakası var bu iki konunun... Biri temizlikle ilgili, diğeri inançla veya kişisel bir tercihle ilgili... Yahu sen siyasete soyunmuş bir adamsın... İnsan ağzından dökülen kelimelere biraz dikkat etmez mi... Ya yıllar sonra bu olayı gündeme taşıyan başbakana ne demeli... Hem hanımını gündemin merkezine kendi ellerinle yerleştireceksin, hem de aileme, mahremime dil uzatıyorlar diye feryadı figan edeceksin... Allah akıl versin, ne diyeyim başka...

Danıştay ve YÖK arasındaki imam hatip kavgasına ne demeli peki... Tamam anladık tepişiyorsunuz... Zevk aldığınız da her halinizden anlaşılıyor... Ama insaf yahu... Çimler eziliyor altınızda... Umutları, hayalleri örseleniyor binlerce gariban gencin...

Bütün bu sorunlar "derinlik" meselesine çıkıyor aslında... Birileri bir şekilde belli mevkilere gelmiş ama hazmede hazmede gelmemiş... Sindire sindire olmamış... Koşullar veya bir sürü dışsallıklar bu şahsiyetleri oralara sürüklemiş... Geldikleri yere değer katmamışlar, bilakis değersizleştirmişler... Bilerek veya bilmeyerek... İsteyerek veya istemeyerek... Ama bir şekilde sonuç bu olmuş... Bu nedenle dar alanda kısa paslaşmalara katlanmak durumundayız... Sığ sularla yetinmek durumundayız... Mavi okyanuslara dalma umudumuzu koruyarak...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Amerika'dan konuğumuz var...

Hafızamız dünden öteye gidemiyor maalesef... Öfkemiz de... Kuzey Irak'ta karargahımızı basıp, askerlerimizin başına çuval geçiren Amerikalı general Ankara'ya ziyaretimize gelmiş... Gündeminde istihbarat paylaşımı mı ne bir şeyler varmış... Ne yüzle geldi bilemiyorum ama bizimkilerde en ufak bir tavır yok çuvalcı beyefendiye... Görüşme üzerine görüşme yapıyormuş... Genelkurmay Başkanıyla bile görüşmüş... Onuruna yemekler de verilmiş... Amerian Büyükelçiliğinde zat'ı muhterem onurune verilen yemeğe kimler katılmamış ki... CHP'den Onur Öymen, MHP'den Oktay Vural, Dışişleri ve Askeri üst düzey yetkililer... AKP'yi saymama gerek yok sanırım...

Evet hafızamız bu kadar işte... Dün ortaya koyduğumuz tepkiye bakın, bu gün yaptıklarımıza... Daha doğrusu yapamadıklarımıza... Tepki göstermek adına sinema filmi bile çevirtmiştik dün... Bu gün ise hiçbir şey olmamış gibi sanki...

Biz böyleysek, yaptıkları az bile aslında... Sanırım daha fazlasına müstehakız...

5 Şubat 2010 Cuma

Yeni dostlarım...


Doğum günü seremonilerini bilmezdim ben... Doğup büyüdüğüm ortam ve kültürün dışında olan şeylerdi bunlar... Zaten öğrencilik yıllarımda sadece öğrenciydim... Yaşım bir bir ilerliyormuş, farkında bile değilmişim... Ders ve not kıskacında yirmiyi yarılamışım... İş ve evlilik derken kalan yarısı da geçmiş... Bir de bakmışım otuzundayım... Hayata dair hissettiklerim hep bu otuzlu yaşlarımdakiler... Otuzlu yaşlarım yavaş yavaş geçti sanki... Hazmede, hazmede... Çocuklar da bu yaşlarda geldiği için daha bir anlamlıydı hayat sanki... Ama o da bitti... Bir de baktım kırkımdayım... Alışamadım bu kırklara... Telaffuzunu bile sevemedim... Yaşımı soranlara ilk defa bu yaşlarda kızar oldum... Hızlı da geçiyor sanki bu kırklar... Dün kırktım, bu gün itibariyle kırkdört... Ne de çabuk geçivermiş bu dört yıl... Belli ki arkadakiler de hızlı geçecek...

Evet bu gün benim doğum günüm... Bana kalsa hatırlamazdım bile... Zaten yaşının ilerlemesini kim hatırlamak ister ki... Ama çocuklar yok mu, bir hafta öncesinden derdine düştüler bu günün... Bakalım akşama ne tür bir sürpriz var...

Bu doğum günüm daha bir farklı geldi nedense... Dostlarımın, sevenlerimin sayısında ciddi bir artış var... Sabahtan beri e-mailime, cep telefonuma sürekli kutlama mesajı düşüp duruyor... Kimlerden gelmemiş ki... Vakıfbank, Finansbank, Garanti Bankası, Miles&Smiles, Makromarket, Migros, Turkcell, Avea, Opet ve daha bir yığın mağaza... Evet yeni dostlarım bunlar... Çok sevdikleri her hallerinden belli... Beni mi seviyorlar, cüzdanımı mı tartışılır ama... Seviyorlar işte... Göndermişler mesajlarını en şirin cümlelerle... Daha çok kazan, daha çok getir dercesine... Çalışıp götüreceğiz, başka yolu yok... Dostları kırmak olmaz...

Yeni yaşımın ilk gününde tüm dostlara selam olsun...

4 Şubat 2010 Perşembe

Aynadaki Görüntü...

Tarihte ilk kez Kars’a ayna gelmiş. Adamın biri aynayı görüp eline almış. Daha önce kendini hiç görmediği için karşısındakini ölen kardeşine benzetmiş. Adam;
“Ey gidi gardaşımm.. Seni bi daha görmek varmış nasipte”
diyerek hüzünlenmiş. Aynayı ev götürüp, sarılıp uyumuş kardeşine...
Karısı bakmış, adam bi şeye sarılmış uyuyor. Merakla aynayı eline alıp bakmış ki bir kadın!
“Allah belanı viree.. Bu karı da kim? Bi boka da benzese”
diyerek, feryat figan evden çıkmış ve komşuları olan muhtara gitmiş.
“Muhtar efendi, adam beni bu çirkin karıyla aldatıyor. Ne yapayım?”
Muhtar aynaya dikkatle bakar ve şöyle der;
“Yav baci, yanlışin olmiya. Bu garıdan çok gavata benziir!”

Şükrü Kızılot’tan alıntı (Hürriyet)

Grevdeyiz...




Evet grevdeyiz bu gün... Tekel işçilerine destek için grevdeyiz... Hak arayan kitlelere destek için grevdeyiz...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Azelya...



Azelya ya da açelya... İsmine ne derseniz deyin... Ülkemizde genellikle açelya deniyor... Ben ise azelya demeyi tercih ediyorum... Bütün çiçekleri severim ama azelyaların yeri bir başkadır bende... Baharın geldiğini azelyalardan anlarım ben... Badem çiçeklerine pek itimat etmem... Bazen zamansız açıverir bademler... Sonra da kara kış geri geliverir... Hem bademlerin taze yapracıkları ölür, hem de benim umutlarım... Ama azelya öyle mi? Etraf pembe ve kırmızının her tonunda azelyalarla bezendi mi, anlarım ben baharın geldiğini...

Yok, yok hayal falan görmüyorum... Hayatımdan özel bir kesit aktardım sadece... Ülkemizde azelya çiçekleriyle bezenmiş doğal yaşam alanları pek yok maalesef... Tıpkı diğer çiçek türlerinde olduğu gibi... Ama hakkını teslim etmek gerekirse, son yıllarda şehirlerimizde daha çok çiçek görür olduk... Belediyeler de bu konuda daha bilinçli artık... Vatandaşımız da çiçeğin dalında daha güzel durduğunu anlamış gibi sanki...

Bu azelya da niye düştü aklıma şimdi? Anlatayım... Google'da bir şeyler araştırıyordum ki, yukarıdaki resimler çıktı karşıma... Ben resimlere baktım, resimler bana baktı... Ve beraberce geçmişe bir yolculuk yaptık, ta okyanusun öbür kıyısına... On yıl öncesine, öğrencilik yıllarıma... Ağaçlar arasındaki mütevazi evimiz, azelia street (azelya caddesi) denen bölgedeydi... Ocak ayında varmıştık oraya... Bahara kadar da oraya niçin azelia street dendiğini hiç düşünmemişim... Havaların ısınmasıyla etrafımız kırmızı ve pembenin her tonunu barındıran bir resim tablosuna dönüştü sanki... Anladım ki boşuna azelya caddesi denmemiş oraya... Bu kadar doğal güzellik olabilir ama... Zaten azelyaların çiçek açtığı döneme de "azelya mevsimi" anlamında "azelia season" deniyordu... Azelya mevsiminin gelişi, festivaller düzenlenerek kutlanırdı... Bahara merhaba demek için...

Böyle güzellikleri, güzel ülkemde de arıyor gözlerim... Diğer bütün güzelleri aradığı gibi... Sadece arıyor ama...

2 Şubat 2010 Salı

Tekel işçilerine yol göründü...


Evet, tekel işçilerine yol göründü... Ya 4/C'yi kabul edecekler, ya da tazminatlarını alıp işsizler kervanına katılacaklar... Üç bakan yan yana oturmuş açıklama yapıyorlardı dün... Hükümet olarak yapabileceklerinin azamisini yapmışlar da, zaten 4/C'nin koşullarını düzeltmişler de... Safsatanın bini bir para anlayacağınız...

Ya Maliya Bakanının açıklamalarına ne demeli? Hükümet olarak, işçi perspektifinden baktıkları kadar, vergi mükellefleri perspektifinden de bakmaları gerekiyormuş... Bu ülkede üç milyon işsiz, üç milyon da asgari ücretle çalışan varmış... Yani? Yanisi şu... Tekel işçilerine istedikleri verilirse, vergi mükelleflerinin ödediği vergiler çarçur edilmiş olurmuş... Kurnaza bak sen... Sanki ödediğimiz vergileri Hazreti Ömer duyarlılığıyla harcıyorlar da... İşçiye ödenecek üç kuruş beyefendinin vicdanını sızlatacak... Aklınca işçileri millete şikayet ediyor... Ne duyarlı bakan dememizi bekliyor belki de... Önce bindiğiniz mercedeslere bir bakın hele... Daha geçenlerde haberlere konu oldu... Beyefendilerin makam arabaları değiştirilmiş... Tanesi 500 bin lira kadarmış... Neymiş eskiler çok arıza yapmaya başlamış da, hizmetler aksıyormuş da... Külahıma anlatın onu siz... Hizmetinizi sevsinler...

Öncelikle şunun altını çizmemiz gerekiyor... Tekel işçilerinin bu duruma düşmesinin sebebi, hükümetin yanlış özelleştirme uygulamalarıdır... Özelleştirme yapılırken fabrikaların çalışması şart koşulmadı... Hem de bilerek ve isteyerek... Çünkü o fabrikaları alanın amacı oralarda üretim yapmak değildi... Ya arazisinde gözü vardı, ya da o fabrikalarda üretilen yerli markaların pazarında... Hükümet bilmiyor muydu bu aç gözlü akbabaların gerçek amaçlarını sanki... Bal gibi biliyordu... Belki de amaç birliği vardı, bilemiyorum...

Bir de sayın Maliye Bakanına sormak istiyorum... Tekelin içki bölümü 350 milyon dolara özelleştirildi malumunuz... Alan firma kısa bir süre sonra aldığı fabrikaların bir kısmını Amerikalılara 850 milyon dolara sattı... Yani küçük bir operasyonla 500 milyon dolar cebe inmiş oldu... Hem de çok kısa bir sürede... Bu nasıl bir iştir peki? Vergi mükellefleri bu işe ne diyor acaba? Hani çok duyarlıydınız siz... Bu nasıl bir iştir diye sorgulamak gelmedi mi aklınıza hiç?

Evet, çileli günler bekliyor tekel işçilerini... Madur olacakları kesin... Daha önceleri binlercesinin madur olduğu gibi... Bu acımasız vahşi sistem madur üretiyor çünkü... Akbabalar kurban istiyor çünkü... Direnmek, hak hukuk aramak boşuna gibi... Karar verilmiş, vicdan kapıları çoktan kapanmış... Allah yardımcısı olsun garibanların....