29 Haziran 2010 Salı

SBS'de devrim...

SBS, biz gibi ilkokul çağında çocuğu olanların baş belasıdır bilirsiniz... Bütün bir yıl boyunca SBS ile yatar, SBS ile kalkarız... Kurslar, etüdler, özel dersler, deneme sınavları gırla gider SBS uğruna... Çocukların pek umurunda olmasa da biz velileri iyi gerer bu SBS... Ne de olsa iyi bir Anadolu lisesine girmesini isteriz çocuklarımızın... Kendi yapamadıklarımızın bir nevi telafisini görmek isteriz çocuklarımızda...

Çocukların bu SBS illetinden kurtuluşu yok anladık da... İkide bir bu sistem değişikliğini anlayamadık... Sistem yine değişiyormuş... Her yıl yapılan sınav teke iniyormuş... Sadece 8. sınıfın sonunda yapılacakmış bu SBS artık... Milli Eğitim Bakanımız "Eğitimde Devrim" sloganı ile takdim etti bu değişikliği... Yanılmıyorsam dört beş yıl önce de tek olan sınavı üçe çıkarıp "devrim" diye takdim etmişlerdi bize... Yani arttırıyorsun sınav miktarını adı "devrim" oluyor, azaltıyorsun geri o da "devrim" oluyor... Devrim dönengecinde devinim gibi bir şey... Devinim deyince aklıma lisedeki fizik hocam geldi bak... Hareket ve kuvvet konusunu işlerken devinimden bahsederdi de bön bön bakardık biz... Her neyse kulağı çınlamıştır inşallah sevgili hocamın... Laf aramızda çok çekmiştik o dersten...

Geri SBS konusuna dönecek olursak... Bu sınavlardan çok dertliyim ben... Çocukların çocukluğunu zehir ediyor bu sınavlar... Çocuklarla birlikte biz velileri de delirtiyor adeta... SBS çağında çocuğu olup da delirmemiş veli görmedim desem yeridir hani... Çocuğu başarılıysa başarı sarhoşluğundan delirmiş, başarısızsa sinirinden delirmiş... Ortası yok gibi yani... Madem bir "devrim" yapmışlar, tam kaldırsalarmış bari... Anadolu liselerine nasıl öğrenci seçerlerdi o zaman bilemiyorum... Kurra mı çekerler, yoksa kapatırlar mı bu Anadolu liselerini bilemiyorum... Ama üniversite sınavlarına kadar sınav istemiyorum ben... Üniversite sınavı dedim de, orada da yapmışlar bir "devrim"... İki haftaya yaymışlar sınavı... İki haftada tam dört gün sınava giriyormuş çocuklar... Eskiden üç saat dişini sıkıyordun, olup bitiyordu... Merak etmeyin üç vakte kadar orada da yaparlar bir karşı "devrim", tek sınava dönülür tekrar...

Şaka bir yana... SBS'deki bu tekli sınav iyi olmuş... En azından kötünün iyisi diyelim... Üç yıl eziyet çekmektense, bir yıllık eziyet daha iyi gibi... 8. sınıfa kadar biraz daha olgunlaşıp, bilinçlenir çocuklar diye düşünüyorum... Tabi bunu telafi edecek yeni bir sınav getirmezlerse... Bilirim, sınavsız edemez bizimkiler... Dersaneciler çoktan lobi faaliyetlerine başlamışlardır bile...

24 Haziran 2010 Perşembe

Ödüle devam...

"Başarısıza da ödül veriyorlar artık" dedim ya... Sağolsun arkadaşlarım başarısızlığımı tescillercesine ödül göndermeye devam ediyorlar... Ruhgezgini arkadaşımdan sonra bu kez de Gımızı Momol arkadaşım göndermiş aynı ödülü... Hani şu ismi cafcaflı ödülden, The Trendy Blog Avard... Kime, niçin, ne zaman verilir bu ödül pek anlamadım ama ödül ödüldür işte... Aldım, koydum cebime... Fazla sorgulamaya gerek yok... Ne demiş atalarımız, "çeşme akarken testini doldurmaya bak"... Teşekkür ediyorum sevgili Momolcuk...

Gımızı Momol'u anlatmama gerek yok sanırım... Hepiniz yakından tanırsınız onu... Kısa metrajlı şiir dalında üstüne kimsecikleri tanımam... Bu şiir dalı da nereden çıktı demeyin lütfen... Yapmak zorundayım bunu... Sonra diğer şair arkadaşlarım darılır bana... Gelen ağam giden paşam gibi bir görüntü çizmekten korkarım...

Evet, Gımızı Momol'un şiirleri duygu yüklüdür... Aşkı, umudu, umutsuzluğu, yalnızlığı, platonik duygunun her rengini bulursunuz onda... Üç beş satırlık dizelerde duygu seli olur akar gidersiniz... Kendi yaşanmışlıklarınızdan da bir şeyler katarak önünüze... En çok "Bir Gemiyim Ben" şiirini sevmiştim Momol'un... Bu ve diğer bazı şiirlerini beğeninize sunuyorum sevgili Momol'un...

BİR GEMİYİM BEN

kaptanını arayan bir gemiyim ben
ne tarafa gideceğinden bir haber
okyanusun açıklarında bi yerdeyim
yalpalaya yalpalaya ilerliyorum
gövdemde rüzgarın yarası, her fırtına
artık daha az acıtıyor canımı....

okyanusun ortasındayım;

ne bir limana yanaşabiliyorum,
ne de sonsuzluğa yelken açabiliyorum
sürükleniyorum içimdeki kimsesizliğe
sonra boğuluyorum, benliğimi saran hüzünde
geride boynu bükük bir şiir bırakıyorum
içleri ben gibi savruk tüm izleyicilerime...

YORULDUM ARTIK !

aitsizliğimin acısı
çığlıklarımda vuk'u buluyor
sessizce yol alıp
kulakları tırmalıyor
kalbimin isyanı
şehrin ücra köşelerine
dağılıp,
boşluklarda yankılanıyor
sonra bir ağıt kopuyor
hüznüme, çaresizliğime
ardından gelen bitişime 

...

yoruldum artık!

 

gitmek mi istiyorsun?
git öyleyse
düşünme ardını
bakma peşin sıra
topu topu bir sevda
benimkisi
zamanla unutulur
geçer etkisi...

kalemim başka yüreğim başka söyler !!!

 

ŞİİRLERİME GÖMÜN BENİ

şiirlerime gömün beni...
ben gibi yalnız, ben gibi aşık
ben gibi sessiz şiirlerime
emanet edin kimsesizliğimi
yanmakta olan yüreğimi
yorgun düşmüş bedenimi
vakit geçmeden, ertelemeden
şiirlerime gömün beni...

Evet, tekrar teşekkür ediyorum Gımızı Momol arkadaşıma... Hatırlanmak güzel duygu... Hatırlayanların bol olsun... Kalemin, yüreğin her daim çağlasın...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Buse...

Dünden beri bu resme bakıp duruyorum... İsmi Buse... 17 yaşında... Liseden henüz mezun olmuş... Üniversite sınavlarına hazırlanıyor... Belli ki hayalleri var... Hayallerini gerçekleştirmek için sürekli çalıştı... Yaşamı hep erteledi... İlkokul yıllarını SBS/OKS uğruna heba etti... Lise yıllarını ÖSS/LYS uğruna pas geçti... Yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi... Hep ertelediği yaşama nihayet merhaba demek üzereydi ki... Kör kurşun alıp götürdü onu...

Resme tekrar bakıyorum... Bir yakınımın kızına ne kadar da benziyor... Minik yüzündeki saflığı, temizliği gayet net okuyabiliyorum... Derslerinde başarılı olduğundan da eminim... Kör kurşunlar izin verseydi belki de öğretmen olacaktı... Nebileyim belki de doktor veya subay... Ama başaracaktı mutlaka...

Ama çok geç artık... Buse gitti aramızdan... Hayalleriyle birlikte gitti... Sağa sola amaçsızca bomba düzeneği yerleştiren haydutların kurbanı oldu... İnsanlıktan zerre kadar nasibini almamış vampirlerin kurbanı oldu... Bu resme bakarken benim bile yüreğim parçalanıyor... İçim sızlıyor... Göz yaşlarım boşalıyor... Annesi babası ne yapıyordur acaba... Ya ninesi, dedesi... Düşünmesi bile felaket... Evlat acısı zordur derler... Ya acının böyle kalleşçesine ne demeli... Hangi kitapta tarifi vardır bu acının acaba...

Ne desem boş... Acaba katiller de bu resme bakmış mıdır diye kendi kendime soruyorum... Baktılarsa ne hissettiler?.. Ünüformalı birilerini öldürmekten büyük zevk aldıkları kesin de... Ya Buse'nin ölümü... Onun yukarıdaki resime yansıyan masum bakışları... 17 yaşındaki Buse'nin cansız bedenini ebediyete uğurlayan insanların gözyaşları... Bütün bunlar ne anlam ifade ediyor bu caniler için acaba?.. Yaptıkları yanlışları kavramak için bir ümit ışığı olabilir mi Buse acaba?..

Hiç sanmıyorum... Bunun için vicdan lazım... Merhamet lazım... Sevmiş olmak lazım... Sevilmiş olmak lazım... Kaldırımda yürürken bir karıncayı ezmemek için ayak bileğini burkmuş olmak lazım... Var mı bu değerler o coğrafyada peki?.. Geçiniz... Düğün evi basıp kırk küsür kişinin öldürülebildiği bir coğrafyada... Komşu tarlasına girdi diye sahipleriyle birlikte danaların öldürülebildiği bir coğrafyada... Töre adı altında öz evlatların diri diri toprağa gömülebildiği bir coğrafyada... Her türlü hukuksuzluğun ve kaba kuvvetin kol gezdiği bir coğrafyada...

Olayın askeri ve siyasi boyutu benim boyumu aşar... Ancak insani boyuttan bakabiliyorum yaşananlara... Ama tıkanıyorum... Anlayamıyorum hiç... Aciz kalıyorum... Buse'nin resmine bakıp ağlıyorum ancak... Af diliyorum Buse'den... Koruyamadığımız için...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Yüreğim sızlarken...

Kara bir günün sonunda  onbir şehit... Daha hayatlarının baharında solan küçük birer fidancık... Savaştan ne anlar, tüfekten ne anlar, mermiden ne anlar... Üç beş ay eğitim versen ne yazar... Ana kuzusu daha... Bıyıkları bile terlememiş henüz... Nasıl kıyarsınız bu yavrulara... Aynı ülkede yaşamıyor musunuz?.. Aynı dili konuşmuyor musunuz?.. Evlat nedir, ana nedir, baba nedir, yar nedir hiç mi bilmezsiniz?.. Müslümanlığı falan geçtim de insan bari değil misiniz?.. Nesiniz siz?.. Yoksa boşuna mı konuşuyorum?..

Keşke düşünemesem... Sorgulama yetilerimi kaybetsem... Dış güçler deyip geçebilsem... Taşeron bunlar deyip burun kıvırsam... Açılımın meyvesi işte, alın başınıza çalın açılımızı deyip muhalif duygularımı okşasam... Ergenekon deyip işin içinden sıyrılıversem... Ya da bir bir askerleri tutuklayıp kodese tıktınız, mermi sıkacak irade kalmadı bak deyip kendimi kandırsam... Ama olmuyor... Yetmiyor bunlar bana... Fazlasını sorguluyor küçük beynim... Cevapsız sualler eyliyor... Açmazda bırakıyor hep beni... Suallerim çağlayan olup yalçın dağlara dönüşüyor... Ama hepsi cevapsız...

Belli ki daha da artacak bu çirkin terör... Amaçsızca... Hiç bir hedefi olmadan... Öldürecek sadece... Kan akıtacak pervasızca... Ama içsel dinamikler... Ama dışsal dinamikler... Ama işin sahibi olarak... Ama taşeron olarak... Bilemiyorum... Eğitimsiz, mesleksiz, duyarsız, duygusuz, sevgisiz yeterince malzeme var elinde... Yol da keser, karakol da basar, düğün evi de kurşunlar... Vicdan yok çünkü... Sevgi yok içinde çünkü... Hayatında hiç düşünerek karar vermemiş çünkü... Hep denileni yapmış... Hep emredilmiş... Bebekken de hiçmiş, çocukken de hiçmiş, delikanlıyken de hiç... Benlik sahibi olamamış hiç... Hiçsen her şeyi yaparsın...

Daha çetin günlere hazırlıklı olmalıyız... Allah aziz milletimin yardımcısı olsun... Allah şehit yakınlarımıza dayanma gücü versin...

PS: Sevgili Sevda (Sevdanın Rengi), mimin için çok teşekkür ediyorum... Düşünmüş olman bile minnet duymam için yeterli... Aslında mim gibi konuları pek sevmem... Ama arkadaşlarıma duyarsız kalmamak için farklı bir tema ile de olsa cevaplamaya çalışırım hep... İnan ki bu kez takatsızım... Yaşadıklarımız fazlasıyla dağladı küçük yüreğimi... Lütfen mim konusunda bağışla beni... Selam ve sevgilerimi sunuyorum sana...

17 Haziran 2010 Perşembe

Başarısıza da ödül veriyorlar artık...


Karne günü yaklaşırken içimde bir burukluk vardı... Benim niye hep "pekiyi"den oluşan bir karnem yok diye... Hiç böyle bir öğrenci olamadım... Hep vasatlarda gezindim durdum... Not ortalamam zar zor yetmişlerde oldu hep... Neyse ki ruhgezgini arkadaşım içimdeki bu karne burukluğunu çekip almış... Bana pekiyilerden oluşan bir karne gönderememiş ama daha iyisini yapmış... Bana bir ödül yollamış... İsmi de cafcaflı bişey ha... The Trendy Blog Ödülü...

Bu ödülü almak için ortaya koyduğum bir başarı hikayesi falan yok ama... Olsun... Sanırım bir karışıklığa geldi... Hiç zararı yok... Ben aldım ve kabul ettim... Çok da mutlu oldum... Bu da yaşla ilgili bir şey galiba... İnsan mutlu olmak için bahaneler arıyor işte... Sonuçta mutlu oldum ya ben ona bakarım... Hak edip etmediğimin fazla bir önemi yok... Bu nedenle çok teşekkür ediyorum ruhgezgini arkadaşıma... Hatırlanmak gerçekten güzel bir duygu...

Ruhgezgini arkadaşımızı tanıyorsunuz... Sitemkar ve duygu yüklü şiirleri pek meşhurdur... Ben bir hayli melenkolik oldum bu şiirler sayesinde... Ha bir de Cuma yazıları var... Cuma yazıları da güzeldir ruhgezgininin... Düşündürücü, güldürücü, eğlendirici türden yani... Şimdiden yarınki yazıyı merak etmeye başladım bak... Eyvah, programda yazı yoksa sıkı bir ödev oldu bu şimdi...

Bu ödülün bazı kuralları varmış... Mim hikayelerinden bilirsiniz, kurallara hiç gelemem ben... İçimdeki aykırı ses tam tersini emreder hemen... Bu nedenle ruhgezgini arkadaşım kusura bakmazsa bu kuralları es geçeceğim... Zaten bir kısmını uyguladım bile... Link verme gibi, logoyu yayınlama gibi...

Evet, bu güzel ödülü ben de on kişiye göndermem gerekiyor ama yapmayacağım bunu... Zaten herkescikler üçer beşer tane almış bile bu ödülden... Ödülsüz kaldım diye düşünen varsa çoktan gönderdim sayılır... Tekrar teşekkürlerimi sunuyorum sevgili ruhgezgini arkadaşım...

Bu arada tüm arkadaşlarımın mübarek kandilini kutluyorum... Sağlığımızın, huzurumuzun, mutluluğumuzun artmasına vesile olur bu kandiller inşallah...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Kazanma hırsı ve Turkcell örneği...

Bu yazıyı kaleme almamın sebebi Turkcell'e olan kızgınlığımdır... Çoğunluk gibi ben de Turkcell kullanıyorum... Yanılmıyorsam 50 milyonu aşan abonesi var Turkcell'in... Etrafımdaki hemen hemen herkes Turkcell'i... Nadiren Avea'lı veya Vodafon'lu insan görüyorum... Yani? Yanisi şu... Bu işten para kazanılıyorsa, paranın babasını Turkcell kazanıyor olması gerekir... Diğer iki operatörün bu işten para kazandığını sanmıyorum... Bir şekilde mevcut pastadan daha fazla pay alma umuduyla direnmeye devam ediyorlar gibi... Ya da "biz pes ettik" demeye yüzleri tutmuyor...

Turkcell bir şekilde bu piyasanın hakimi olmuş... İstediğiniz kadar numara taşıma falan deyin, bu hakim durum değişmiyor... Bilakis daha da büyüyor... Çünkü yetkili otorite şebeke içi ve şebeke dışı fiyat farklılığını yasaklamıyor... Bu nedenle numaranızı daha uygun tarife veren bir operatöre taşımanız sorunu çözmüyor... Bu defa da sizi arayanlar madur oluyor... Onların faturası kabarıyor... Dolayısıyla herkes otomatik olarak en yaygın operatöre yönelmek durumunda kalıyor... Kısacası, şu anki yapılanma herkesi zorunlu olarak Turkcell'li yapıyor... Bu sorunun çözümü, yukarıda belirttiğim gibi şebeke içi ve şebeke dışı fiyat farklılığını yasaklamakdan geçer... Yani bütün tarifeler zorunlu olarak "her yöne" verilebilecek... Turkcell'linin kendi aralarındaki görüşmelere şu kadar, başkaları ile görüşmesi bilmem ne kadar derseniz bu iş olmaz... Olur da şimdiki gibi olur... Yani herkes Turkcell'e mahkum olur...

İyi de Turkcell'den ne şikayetin var dediğinizi duyar gibiyim... Hizmet anlamında fazla bir şikayetim yok... Aslında o konuda da bazı şikayetlerim var ama şimdi yeri değil... Asıl şikayetim tarifesi... Evet en yüksek tarifeler Turkcell'de... Açın bakın web sitelerine, en pahalı görüşme Turkcell'de... En pahalı mobil internet Turkcell'de... Kardeşim bu kadar müşterin var, bu kadar para kazanıyorsun, bir şekilde hakim durum yaratmışsın, bir şekilde insanlar mahkum olmuş sana... Ne olur yani, biraz makul seviyelerde tutuversen fiyatını... Hiç olmazsa Avea ve Vodafon'un verdiği tarifeyi sen de versen bari... Yok yapmıyor... Biliyor ki, hangi tarifeyi verirse versin vazgeçmiyor insanlar kendisinden... Öyle olunca da dayıyor zamlı tarifeyi...

Peki niye böyle yapıyor Turkcell? Niye olacak, kısa vadeli bakıyor olayalara da ondan... Çeşme akarken testimi doldurayım misali yani... Müşteri sadakati endişesi yok... Hesap verme derdi yok... Yetkili düzenleyici otoritenin umurunda değil zaten... Yarın koşullar değişirse, o zaman bakarız duruma diyor... Kasanı doldurmaya bak, boş ver gerisini diyor... Tıpkı diğer büyükler gibi... Türk Telekom gibi... İş Bankası gibi... Yapı Kredi gibi... Akbank gibi... Garanti Bankası gibi...

Mantık aynı... Kazanmaya bak... En çok kazanmaya bak... Sevseler de, sevmeseler de... Kızsalar da, homurdansalar da... Sana mahkumlarsa, boş ver gerisini... Kasana bak sen... Doluyorsa, boş ver gerisini...

Evet, kızgınım Turkcell'e... Umurunda olmasa da kızgınım...

11 Haziran 2010 Cuma

BM'de hayır demek...

İran'a yaptırım öngören Birleşmiş Milletler kararına hayır dedik biliyorsunuz... Bizimle birlikte Brezilya da hayır oyu kullandı... Yanılmıyorsam çekimser oy kullanan Lübnan dışındaki bütün ülkeler evet oyu kullandı... BM'de bir oylama yapılıyorsa blok halinde evet çıkması işin doğası gereği gibi bir şey zaten... Çünkü BM demek ABD demek... ABD ne diyorsa doğrudur yani... ABD'yi karşına almak pek göze alınacak bir durum değil... Zaten Daimi Üye denen bir yapı var BM'de... ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa aralarında anlaştıktan sonra iş bitiyor... Diğerleri hikaye... Dostlar alışverişte görsün misali yani... Buna rağmen uluslararası toplumun ortak görüşü görüntüsü vermek için oylama yapılıyor... Oylamada aykırı görüş çıkarsa Sam Amca fena bozuluyor... Ortak aklın dışında kalmakla suçlanıyorsunuz... Ama nedense oylama gizli yapılmıyor hiç...

Bu "uluslararası toplum" söylemini hiç sevmiyorum... Amerika ve ona tabi olan ülkeler çağrışımı yapıyor bende... Ekonomik konularda "piyasa" kavramı ne kadar boşsa, uluslararası politika konusunda da bu kavram o kadar boş... Bu lafı edenler de gayet iyi biliyor bunu ama işlerine öyle geliyor işte... Her neyse uzatmayalım konuyu... Bu arada çekimser oy kullanmak serbest sayılır BM'de... Ona pek kızmıyar Sam Amca... Ama hayır diyeni hiç affetmiyor... Faturayı bir gün mutlaka önüne koyuyor...

Bize de kızmış Sam Amca... Türkiye yüzümüze tokat attı demiş... Sonuçları ne olur bilemiyorum... Bana kalırsa pek bir şey olmaz... Zaten ne desteğini görüyoruz ki... Ermeni tasarısı geçti Senato'dan... PKK konusunda hiç bir somut adım atılmıyor... Güya gerçek zamanlı istihbarat desteği vereceklerdi... O da bir kaç hafta sürdü ve bitti... Ondan sonra yine azdı PKK... Demek ki ABD'nin suyuna gitmekle de bir şey elde edilmiyor...

Bana kalırsa Türkiye bu tavrında devam etmeli... Çantada keklik muamelesinden kurtulmalı ülkem... Ama sadece İran, Filistin gibi konularda değil... Her konuda "kestirilemeyen ülke" olmalı Türkiye... Kestirilemeyen ama aslında kestirilen... Ama rasyonel, tutarlı, altı sağlam gerekçelerle... Hiç bir zaman çekimser oyu olmamalı Türkiye'nin... Ya evet, ya hayır...

Olur mu peki? Bilemiyorum...

8 Haziran 2010 Salı

Staj 2...

Staj konusundaki yazıma gelen yorumlara bakılırsa düşüncelerimi tam olarak aktaramadığım anlaşılıyor…


Staj zorunluluğu olan okullar için stajın gerekliliğini ve faydasını tartışmak anlamsızdır. Zorunluysa yapılacak demektir… Ayrıca “alnıma silah dayasalar kamuda çalışmam” diyenler için de staj anlamlı olabilir. Bu vesileyle kenarından köşesinden özel sektöre bir giriş yapma fırsatı yakalanabilir…

Anlatmaya çalıştığım şey şudur… Son zamanlarda zorunlu olmadığı halde öğrencilerde bir staj modası başladı… Sırf CV’de bulunsun diye… Ben diyorum ki, halen okuyan veya yeni mezun olmuş bir öğrencinin ne CV’si olabilir ki… Boşuna staj falan peşinde koşmayın, oturup KPSS çalışın… Ya da yabancı dilinizi geliştirin… Çünkü bütün kamu kurumu sınavları KPSS’den geçmektedir… Bu sınav önünüzde bir bariyer gibidir… Ve yüksek puanlar isteniyor… Enerjinizi buna harcayın… Ve yine diyorum ki, bu sınavlar düşünülenin aksine çok zor değil… Hele kimseciklerin tekelinde hiç değil… Oturup çalışın, çalışın… Gerekirse bir iki yıl durmaksızın çalışın… Konsantrasyonunuzu başka uğraşlarla bozmayın… Bunu özellikle işletme, iktisat, maliye, kamu yönetimi gibi bölümlerde okuyan öğrenciler için söylüyorum… Kamu düşünen hukuk öğrencileri de bu kapsamda sayılır…

Özel sektörü düşünüyorsanız, ne kadar bilinçli olduğunuzu da bir sorgulayın… 2001 krizinden sonra özel sektör eski özel sektör değil artık… Kamu her şeye rağmen denemeye değer bir yer… Beğenmezseniz istifa eder yine geçersiniz özel sektöre… Maliyede, Hazinede, DPT’de, Merkez Bankasında, Rekabet Kurumunda ve bazı üst kurullarda çalışılabilecek iyi yerler var… İyiden kastım da şudur… Hem maddi imkanları fena sayılmaz, hem de bir meslek edinmek mümkün buralarda… Körü körüne özel sektör diye tutturmayın, kamu kurumlarına da bir bakıverin… Dediklerim aklınıza yatarsa staj falan peşinde koşmayın, KPSS’ye odaklanın…

Naçizane düşüncem bundan ibarettir…

3 Haziran 2010 Perşembe

Staj...

Bu günlerde herkes staj için koşuşturuyor... Özellikle son sınıfa geçmiş veya yeni mezun olmuş üniversite öğrencileri bunlar... Çalıştığım kuruma da her gün onlarca başvuru geliyor... Bazı mühendislik okullarında bu staj işi zorunlu galiba... Ama başvuranların çoğu iktisat ve işletme gibi bölümlerin öğrencileri... Bunlarda zorunlu staj olduğunu sanmıyorum... Ama nedense bu çocuklar staj yapmak istiyor... Kendileri de tam olarak bilmiyor niçin staj yapmak istediklerini... Sanki moda gibi bir şey şey... Klasik CV'mde bulunsun düşüncesi yani...

Peki staj nedir? Ne işe yarar? Mühendislik okullarını bilmem... Ayrıca staj zorunluluğu olan diğer okullar için de bir şey söyleyemem... Ama bunun dışında yapılan stajlar tamamen gereksiz bir şeydir... Yaz tatilinin fuzuli yere heba edilmesidir... Kamu kurumlarında çalışmayı düşünenler için tamamen anlamsızdır... Özel sektörde kestirmeden işe başlamayı düşünenlere belki kısmen faydası olabilir... Kamu kurumlarında yapılan stajlardan öğrenci bir şey öğrenemez... Zira kamu kurumlarında öğrenilecek bir şey yoktur... Varsa da "gizlilik" gerekçesiyle stajyere gösterilmez... Buradaki stajlar ya kağıt üzerindedir, ya da getir-götür işi niteliğindedir... Zaten kamu kurumlarında kestirmeden işe girme dönemi de KPSS ile sona ermiştir... O halde kamu kurumlarında staj yapmayı düşünen öğrenciler size söylüyorum... Boş işleri lütfen bırakın ve tatilin keyfine bakın... Zaten öğrencinin veya yeni mezun birinin ne CV'si olur ki... Doğum yeri, tarihi, okulu ve zorlama bir kaç aktivite... Bunlara bir de uyduruktan staj ekleseniz ne olacak ki... Bari tatilin keyfini çıkarın...

Tatil dediysem de uzatmayın, tadında bırakın... Mezun olana kadar KPDS'den 80 alacak kadar bir yabancı dili (mümkünse ingilizce) mutlaka öğrenin... Kolay mı sanki dediğinizi duyar gibiyim... Duymamış olayım; kolay, kolay...:)) Dünyada hiç bir şey zor değildir, yeterki isteyin... Eğer kamu kurumunda çalışmayı düşünüyorsanız, mutlaka KPSS'ye odaklanın... Hem de daha üçüncü sınıfın sonunda... Bunun için mutlaka iyi çalışmanız gerekir... Öyle dersanelere falan gitmenize gerek yok... Müfredat kapsamındaki derslere "inek öğrenci" modunda çalışmanız yeterli... Unutmayın, bu iş çalışmadan olmaz... O halde hayatınızda üniversite hazırlıktan sonra iki yıl kadar da bunun için çalışın... Bütün hayatınız bu süredeki performansınıza bağlıdır... Bunun bilincinde olarak çalışın... Unutmadan söyleyeyim... Bu işler kimsenin imtiyazında değildir... Hangi şehirdeki okuldan mezun olursanız olun, çalıştıktan sonra mutlaka başarırsınız... Boşuna kendinize mazeret üretmeyin...

Az kalsın unutuyordum... Esasen yeni mezun olmuş bir öğrenci hayata mutlaka kamu kurumlarında başlamalıdır... Onun için kendi kendinize kuruntu yapmayın, "ben kamuda çalışmak istemiyorum" diye... Kamuyu bir gör, beğenmezsen geçersin özel sektöre... Niye bunu söylüyorum peki... Bu kuruntuyu yapanların çoğunun ne kamuyu ne de özel sektörü yeterince tanımadığını gözlemledim de ondan... Kaldı ki doğrudan özel sektörden başlamak her zaman "en alttan başlamak" anlamına gelir... Halbuki bir süre kamuda çalıştıktan sonra özel sektöre geçerseniz bu bir "transfer" nitliğinde olur... Yani daha yukarılardan kariyer yapmaya başlarsınız... Bazı özel sektör kuruluşlarındaki "management tranee" gibi sahte etiketlere kanmayın... Bunların hepsi özel sektördeki aday memur kapısına çıkar...

Bütün bu söylediklerim mühendislik dışı branşlar için geçerlidir... Mühendislikte durum nasıldır bilmiyorum... Çizdiğim tablodan çok farklı olacağını sanmıyorum ama dediğim gibi bildiğim bir alan değil...

Stajdan başladık, meslek seçiminden çıktık... Bari bir de yüksek lisans konusuna girelim tam olsun... Ama önce "kamu kurumlarında nasıl bir iş tercih edilmeli" konusunda bir şeyler söyleyeyim... Kamu kurumlarında çok değişik iş türleri vardır... Bunların büyük bir kısmı unvanına bakılmaksızın düz memur, veya idari memur türünde işlerdir... Yani bir veya bir kaç amire bağlı olarak çalışılır... Yaptığınız işte fazla bir inisiyatif kullanamazsınız... Söyleneni veya verilen işi yaparsınız... Disiplin fazladır... Sabah 8:30-akşam 17:30 türü işlerdir... Maaşı da düşüktür... Her şeyden önemlisi, eninde sonunda bu işten sıkılır mutsuz olursunuz... Çoğunlukla da tayinli işlerdir... Bu durumla karşılaşmamak için "kariyer meslek" denen mesleklerden birine girmeye bakın... Bunların türleri çoktur... Kalitesi de çok farklıdır... Genellikle Ankara, İstanbul ve İzmir'de çalışırlar... Maaşları kısmen iyidir... Çalışma ortamları özel sektörü aratmaz veya daha iyidir... En önemlisi meslek öğrenirler... Usul, adap, yol, yordam öğrenirler... Yani burada çalışan biri, belli süreler sonunda özel sektörde de iş yapacak bir meslek edinmiş olur... Unutmayın üniversite mezunu olmakla meslek sahibi olunmaz... Meslek sahibi olmak için yetki belgesi anlamına gelir üniversite diploması...

Yüksek lisans önemlidir ama başlı başına bir amaç değildir... Üniversiteden mezun olan biri öncelikle meslek veya iş sorununu çözmelidir... Bunun yolu da yukarıda bahsettiğim gibi KPSS'den yüksek bir puandan geçer... İşe başladıktan sonra boş zaman aktivitesi olarak yüksek lisans düşünülmelidir... Kaldı ki bahsettiğim kariyer mesleklerin çoğu çalışanlarını beş yıllık hizmet süresi sonunda burslu olarak yurt dışı masterine göndermektedir... Dolayısıyla amaçsızca yüksek lisans yapacağım diye meslek sınavlarının dışında kalmayın... Yüksek lisan işe başladıktan sonra gelsin... Ama mutlaka gelsin... Rehavete kapılmak yok...

Akademisyenlik konusunda her hangi bir fikir beyan etmeyeceğim... Bu iş birazcık idealistlik gerektirir... Kısa vadede evlilik planı olmayan idealist insanlar düşünebilir... Ama zahmetli, kaprisi bol ve fedekarlık isteyen bir iştir...

Staj konusunda ufak bir geyik yapayım diye başladım konu nerelere gitti... Neyse fena da olmadı sayılır... Aslında bölüm bölüm yazılabilecek konular tek bir posta sığmış oldu... Talep gelirse detaylandırırım... Şimdilik bu kadar... İşiniz kolay ve huzur dolu olsun...

1 Haziran 2010 Salı

Arabalarda çocuk koltuğu zorunlu artık...

Bu gün itibariyle arabalarda çocuk koltuğu zorunlu oluyormuş... Düzenleme iki yıl önce yapılmış ama yürürlüğe bu gün giriyormuş... 36 kilonun altındaki her çocuk, arabada bu koltuklarda seyahat etmesi gerekiyormuş... Piyasada kaliteli bir çocuk koltuğu 250 liradan başlıyormuş... Sanırım sektörün ağzı kulaklarındadır...

Konu bizi de ilgilendiriyor... Çocuklar büyüdü diye çoktan çıkarıp atmıştık bu koltukları... Ama yanılmışız... Meğer mevzuata göre bizim çocuklar hala büyümemiş... Kızımız ilkokul üçe gidiyor ama 31 kilo... Özgür seyehat için 5 kiloya daha ihtiyacı var... Öyle karpuz falan yedirmekle de kapanacak bir aralık değil... Ne yapacağız bilmiyorum... Neyse ki oğlumuz bir kaç kiloyla sıyırdı...

Bu konuda nasıl bir tepki vermem gerektiğini kestiremedim... Konuya hemen eleştirel gözle bakmak istemedim... Sanırım düzenlemenin temelinde AB uyum kriterleri vardır... Dolayısıyla AB başvuru sürecindeki ülkemiz için zorunlu bir mevzuat düzenlemesi olabilir... Diğer yandan kazalardaki ölüm riskini azaltmak bakımından da çok yararlı olabilir... Bunlar tamam... Ama ülkemde nasıl uygulanır bu diye düşünmeden de edemiyorum... Hadi şehir merkezlerinde uyguladın, köyde kasabada nasıl uygulayacaksın? Üç beş çocuklu ailelerde nasıl uygulayacaksın? Takside, dolmuşta nasıl uygulayacaksın? Servis araçlarında nasıl uygulayacaksın? Ya da adamın altındaki araba 78 model Tofaş kuş serisi, kazada çocuk koltuğu bulunsa ne yazar... Merak ettiğim konular çok... Uygulamayı gerçekten merak ediyorum... Bu arada her keseye uygun çakma koltuklar da piyasaya hemencecik sürülmüştür her halde... Uyanıklar fırsatı hiç kaçırmazlar zira...

Ama yine de endişeliyim... Dediğim gibi kızımız kapsama alanında... Koltuğu çıkarıp atalı çok oldu... Tekrar bir koltuk alalım desek, kullanacağını hiç sanmıyorum... Bebek miyim ben diyecektir eminin... Ama her polis çevirmesinde yüreğim çarpacak suçlu psikozuyla... Cezası 62 liraymış... Parası neyse de 15 puan da ceza puanı işliyormuş... Polis amcalara yeni bir pazarlık kapısı açıldı gibi (şaka, şaka :))... Potansiyel suçluyuz artık... Hayırlısı diyelim...