31 Aralık 2010 Cuma

As years go by...

Evet, yıllar akıp gidiyor... 2010'a merhaba deyişimi daha dün gibi hatırlıyorum... Adını tam olarak koyamadığım nice umutlarla karşılamıştım oysa onu... Ama o da tıpkı öncekiler gibi geldi ve geçti... Bütün sıradanlığıyla... Şimdi 2011'e merhaba demeye hazırlanıyorum... Fazla bir beklentiye girmeden...

Sanırım 40'lı yaşlara özgü bir duygu bu... Heyecan ve umudun yavaş yavaş yerini endişe ve kaygılara bıraktığı yeni yıllar... Her yeni yıl sanki ömürden düşen yeni bir yaprak... Zamana karşı yarışın kaybedilmeye başlandığının en somut işareti... Her önüne çıkana gülümseyerek mutlu yıllar da dilesen... Saklayamıyorsun içindeki derin endişeyi... Evet, akıp gidiyor zaman... Senden kopardıklarını da katmış önüne... Dimdik ayakta durmaya çalışsan da... Gerçek orada duruyor bütün çıplaklığıyla...

Yıl dönümlerinde kendimi bir muhasebeci gibi hisseder oldum artık... Kazanımlarımı ve kayıplarımı düşünüyorum... Artıda mıyım, yoksa ekside mi diye... Envanterime bakıyorum, hesaplar gerçekçi mi diye... Şükür kazanç tarafı daha fazla gibi... Akıp giden zaman aldıklarından daha fazlasını vermiş sanki... Badireli yollarda fazla pişmanlıklar bırakmadan ilerleyebilmişim... Sağlık ve sıhhatten yana pek ağır imtihanlara tabi tutulmamışım... Kısacası gelen gideni aratmamış sayılır...

O halde kendimden yana fazlaca bir istekte bulunmuyorum yeni yıldan... Sağlığımız ve sıhhatimiz yerinde olsun yeter... Zamansız ve sırasız acılar yaşatmasın Allahım... Ülkemin ve milletimin huzuru için duacıyım... Allah bilumum acıdan, felaketten, kavgadan, gürültüden insanlarımızı korusun... Umarım yeni yıllar ortak paydalarımızın artmasına ve pekişmesine zemin yaratır... Bu duygularla bütün blog arkadaşlarımın yeni yılını kutluyorum... Yeni yılın mutluluğumuzu, huzurumuzu arttıracak müjdelerle gelmesini diliyorum...

14 dönüm fındıklık...

Sakarya'da 14 dönümlük fındık bahçesi... İki kardeşe babadan miras anlaşılan... Biri satıp paracıkları cebe indirmek istiyor... Diğeri sattırmam diyor... Tek başına yedirmem sana diyor... Anlaşmazlık husumet getiriyor...

Buraya kadarı normal... Miras anlaşmazlık demektir zaten... Paylaşım zordur... Hele mirasın boyutu biraz da fazlaysa... Kolay değildir paylaşmak... Sen çok aldın, ben az aldım... Husumet... Husumet... Bir ömür sürecek alınganlık, dargınlık, kırgınlık...

Fındıktan anlamam... 14 dönümlük bir arazinin parasal değeri nedir bilmem... Kaça alınır, kaça satılır... Yıllık ne kazanç verir... Hiç bilmem... 14 milyar mı?.. Yoksa 140 milyar mı?.. Ya da 1.4 trilyon mu?..

Ama öğrendim... Dört can! İki masum çocuk ile ana ve babalarının canı... Kaç lira bedel biçersen biç... İster bin lira, ister trilyon lira... Sana kalmış ayrıntısı...

Sen misin laftan anlamayan... Sen misin söz dinlemeyen... Anlayacağın dil belli o zaman... Kör kurşun... En namerdinden...

Mal mülk kaygısı tamam... Para sevdası tamam... Gözü dönmüşlük tamam... Sevgisizlik tamam... Her şey tamam da... Cinayet işlemek bu kadar kolay mı?.. Gözünü kırpmadan 4 cana kastetmek bu kadar kolay mı?.. Kardeşi, kardeş eşini öldürmek bu kadar kolay mı?.. 12 yaşındaki yeğene namlu doğrultmak nasıl bir duygu?.. Kısacası öldürmek bu kadar kolay mı?..

Belli ki kolay... Yoksa sevgiden nasibin... Yoksa insanlıktan nasibin... Her şey kolay... Sık gitsin...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Akaryakıt fiyatları...

Benzin olmuş 4 lira... Pahalı, hem de çok pahalı... Avrupa'nın da en pahalısı, dünyanın da... Ben pek hissetmedim ama milli gelirimiz artıyormuş... Belki de ondandır... Zenginleşme kesintisi gibi bir şey yani...

Akaryakıtın ülkemizde bu kadar pahalı olmasının bir kaç ayağı var... En önemli ayak vergiler... Benzin fiyatının dörtte üçü vergilerden oluşuyor... Kalanı rafinerici, dağıtıcı ve bayi (istasyon) arasında pay ediliyor... Bu oranda bir vergi hem çok yüksek, hem de çok adaletsiz... Tamamen temel ihtiyaç maddesi sayılabilecek bir ürün üzerine bu kadar yüksek oranda vergi koymak insafsızlıktan başka bir şey değil... Ya da normal yollarla vergi toplayamama aczinin bir tezahürü... Fakir ve zenginden aynı miktarda alınıyor olması da adaletsiz yönünü oluşturuyor bu verginin... Günümüz koşullarında 2.5 liranın üzerindeki benzin fiyatının savunacak bir tarafı yoktur... Bu konuda hükümetin bahaneler uydurmasına gerek yok... Vergi Dairesi gibi görüyor benzinlikleri... Daha önceleri de böyleydi bu... Ama bu hükümet döneminde iş şirazesinden biraz çıkmış vaziyette... Bir an önce bu konuya başbakan düzeyinde el atılması gerekir... Toplumsal infiale doğru gidiyoruz... Ali Babacan veya Mehmet Şimşek düzeyinde halledilebilecek bir konu değil bu... Taner Yıldız'dan hiç bahsetmiyorum... "Dünya piyasalarında fiyat düşerse bizde de düşebilir" gibilerinden bir laf etmiş sayın bakan... Belli ki akaryakıttaki fiyat dinamiğini kavrayamamış... Her neyse...

Akaryakıt fiyatının diğer ayaklarında da problem var... İç piyasada satılan akaryakıtın büyük kısmı Tüpraş'tan temin ediliyor... İthalat da var ama fiyat oluşumunda belirleyici değil... Tüpraş, düne kadar devletteyken özelleştirme sonucunda Koç Gurubuna geçti... Böyle bir tesisin özelleştirilmesi ne kadar doğruydu tartışılabilir... Ama tartışılmaz bir gerçek var ki, o da Tüpraş'ın blok halinde satılmasının yanlışlığı... Tüpraşa ait dört rafineri blok halinde tek alıcıya verildi... Devlet tekelinden özel sektör tekeline geçmiş oldu yani... Özel sektör tekelinin ne menem birşey olduğunu sanırım söylememe gerek yok... Bu süreçte Rekabet Kurumu ne yapıyordu bilemiyorum... Zaten kağıt üstünde bağımsız olması gereken bu üst kurulların ne iş yaptığını ben hiçbir zaman anlayamadım... Ha unutmadan söyleyeyim... Fiyat oluşumunda söz sahibi olması gereken bir kurum daha var, EPDK... O da bir üst kurum... Ama ne iş yapar inanın bilmiyorum...

Rafineriler blok halinde tek bir gurubun kontrolüne geçince, haliyle rekabet falan oluşamadı... Rafineri maliyeti nedir, rafineri karı makul müdür bilinmez oldu... Zira rafinericin hammadde alışları kontrol dışı... Offshore şirketleri vasıtasıyla maliyetleri şişirmek çok kolay... Denetimi de bir o kadar zor... İthalat yoluyla rekabet de bu sektörde imkansız gibi bir şey... Hele tepenizde Tüpraş gibi bir demoklesin kılıcı sallandığı sürece...

Dağıtıcı ve bayi ayağında da sorunlar var... Bir defa sürümün fazla olduğu şehir merkezleri üç beş dağıtıcıya teslim olmuş vaziyette... Etrafta Shell, BP, Opet, Petrol Ofisi ve Total dışında istasyon görmek adeta imkansız... Bunların da fiyat konusunda aralarında gizlice anlaştığı aşikar... En azından kuvvetle muhtemel... Resmi rakamlara bile bakılsa, ülkemizde dağıtıcı ve bayi karının 40 kuruşu geçtiği görülür... Avrupanın neredeyse dört katı... Tatlı kazanç doğrusu... Merkezi bir yerde benzinliğin olsun, sırtın yere gelmez gari...

Her şeye rağmen yapılabilecek bir şey yok mu peki?.. Bence var... Ya Tüpraş'ın bölünmesi için Rekabet Kurumu bir şeyler yapacak... Ya da yeni rafinerilerin yapımı konusunda devlet harekete geçecek... Rekabet açısından bu konu çok önemli... Vergiler makul seviyelere düşse bile önemli... Rekabetsiz ve düzenlemesiz özel sektör tekeli olur mu hiç?..

Kısa vadede fiyatların düşmesi için yapılacak şey ise belli... Derhal vergilerde litre başına en az 50 kuruşluk indirime gitmek... Ve akaryakıta fiyat tavanı koymak... Devlet kontrolü yani... Bu devirde fiyatlara devlet müdahalesi olur mu demeyin lütfen... Bal gibi olır... Bıçak kemiğe dayandı... Tak etti canımıza artık...

Son bir söz... Vergiler düşerse bütçe açık vermez mi peki? İnanın vermez... Fazla bile verir hatta... Düşen fiyat seviyesinde akaryakıt tüketimi artacağı için toplanan vergi eskiye nazaran daha fazla olacaktır... Bu kadar basitse kocaman bakanlar niye akıl edemiyor bunu diyebilirsiniz... Bilmiyorum doğrusu... Ben de merak etmiyor değilim...

9 Aralık 2010 Perşembe

Şimdi anladım galiba beynimin kıtlığını...

Yumurtalar yağmur gibi yağıyor... Şemsiye altına pusmuş Burhan Kuzu mikrofandan haykırıyor: "O yumurtaları atacağınıza yeseydiniz beyniniz açılırdı, zihniniz gelişirdi"... Doğru söylüyor... Yumurta bulmuşlar, yiyecekleri yerde kürsüye fırlatıyorlar... Halbuki protein deposudur yumurta... Yazıktır... Atmak niye... Yesenize...

Burhan Kuzu'yu dinlerken ben de düşünmeden edemedim... İlkokulu bitirene kadar ağzıma yumurta almamışım... Sonraları da tadına bakmışlığım vardır ama yumurta hayranı olduğum söylenemez... Aram iyi sayılmaz anlayacağınmız... O halde kendimdeki kusuru buldum sanki... Kendi derdime kendim koydum teşhisi... Yumurta kifayetsizliğine bağlı beyin yetmezliği... Teşhis tamam da... Dermanı varmıdır bilemem... Bu saatten sonra yenen yumurta fayda eder mi acep... Yine de denemeye değer...

Dün SBF'de yaşananlar şık değildi... Öğrenci açısından da şık değildi, konuşmacılar ve okul yöneticileri açısından da...

Panel, zamanlama açısından yanlıştı... İstanbulda yaşanan olaylardan sonra bu panelin "normal" geçmesini beklemek safdillikten başka bir kelimeyle açıklanamaz... Hele daha panel başlamadan hissedilmeye başlanan gerilimli atmosfere rağmen... Üniversite yönetimi ertelemeliydi bu paneli... Ya da konuşmacılar bir mazeret uydurup gelmemeliydi bu panele... Sanırım akademisyen kimliklerine güvendiler... "Nasıl olsa eski hocayız, başetmesini biliriz öğrencilerle" diye düşündüler... Ama düşündükleri gibi olmadı...

Gidişat düşündükleri gibi olmayınca hem Süheyl Batum, hem de Buırhan Kuzu rotadan çıktı... Kendilerine yakışmayacak laflar ettiler... Kızgın kalabalık ile lüzumsuz diyaloglara girdiler... Faşistlikle suçladılar öğrencileri... Beyinsizsiniz dediler öğrencilere... Bol yumurta yemelerini tavsiye ettiler öğrencilere... Rektörü, dekanı istifaya davet ettiler... Sanki yumurta yağmuruna siper edecekti kendini rektör...

Başta başbakan olmak üzere diğer siyasiler de yanlış yaptılar... Neymiş, bu yumurtalar okula nasıl girmiş... Rektör, dekan buna nasıl müsade etmiş... Yuh yani... Rektörün işi gücü yok, öğrencilerin üzerinde yumurta var mı yok mu onu arayacak... Farzet ki aradı ve buldu yumurtayı... Öğrenci de "öğle yemeği olarak simidimin yanında yemek için getirdim" dedi... Ne yapacak rektör şimdi... Kaldı ki, yumurtayı okula sokmayı kafaya koyan biri, ne yapar nicidir o yumurtayı sokar okula... O kadar kolay değil bunun kontrolü... Ayrıca okula sokulan da bir yumurta hani... Silah milah değil yani... Üniversite ile lise arasındaki fark anlaşılamamış gibi geldi bana... Ya da liseye benzeyen üniversite özleminin dışa tezahürü...

Ben en çok okul adına üzüldüm... Olayın yaşandığı yer Siyasal Bilgiler Fakültesi... Mülkiye yani... 151 yıllık geçmişi olan bir okul... Devlete, devlet adamı yetiştiren bir okul... Mülkiyede her zaman olay olmuştur... Her zaman protestolar yaşanmıştır... Ankara'daki toplumsal olayların ilk ateşlendiği yer olagelmiştir... Ama her zaman kendine ve geçmişine yakışır bir şekilde olagelmiştir bu... Sıradan ve bayağı olmayacak şekilde... Kaba kuvvet görüntüsü vermeden... Mizahı ön planda tutarak... Düşündürücü ve sorgulayıcı yöntemlerle...

Siyasilere tepki gösterebilirsin... Döviz açabilirsin... Alkış tutabilirsin... Bir iki slogan atabilirsin... Hadi temsili olarak bir de yumurta fırlatabilirsin... Ama özellikle isabet etmeyecek tarzda... Rotayı biraz şaşırtarak... Ama o yumurta yağmuru neydi öyle... Mizah neresinde bunun... Hani ince zeka, yaratıcılık... Amaç kafa kırmaksa, taş veya bozuk para niye atmadın?.. Kısacası niye tadında bırakmadın?.. Protestonu göster, topluca çık panelden... Fazlası zarar... Kendine de zarar, okuduğun okula da... En çok da okuluna yazık ettin... Kirlettin mülkiye rozetini...

Ya polise gösterdiğin tepki... Anlarım, sevmez üniversite gençliği polisi... Ama koltuk sandalye fırlatmakta neyin nesi oluyor... Yıkıp dökmek diye bir kültür var mı o okulda?.. Hem fırlattığın koltukların birer tarihi miras olduğunu niye düşünemezsin... Yoksa bunlar öğretilmez mi oldu orada... Değersizleşti mi her şey orada da?.. Eğer öyleyse daha çok yanarım ben... Bir kale daha düştü derim... Acım, hüznüm katmerleşir... Umudum daha da tükenir... Kahrolurum ben...

Polise bir şey söylemiyorum... Söyleyeceklerimi bir önceki yazımda söylemiştim zaten... Kısa vadede değişim zor gözüküyor... Nedense karşısında bir karartı görür görmez eli gaz silahına gidiyor... Beş on kişiyi savuştırmak o kadar zor sanki... Kaldı ki onca sivil polis içerdeyken, çevik kuvvet niye girmek ister içeriye...

Yaşananlar karşısında "pes" demekten başka bir çıkış bulamıyorum... Yazık ki ne yazık...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Polisin gaza gelmesi...

Polisler copa sarılımış yine... Başbakan ile rektörlerin toplantısını protesto etmek isteyen üniversiteli gençlere dar etmişler dünyayı... Sen misin başbakanın katılacağı toplantıda gösteri yapmak isteyen?.. Tazyikli su ve biber gazıyla önce baya bir benzetmişler... Sonra sıra copa ve tekmeye gelmiş... Bu hengamede dövülen hamile bir kzı öğrenci de bebeğini düşürmüş... Televizyonlara yansıyan görüntüler hiç hoş değil... Ülkemize yakışmıyor, insanımıza yakışmıyor... Polisten yana yapılacak daha çok iş var gibi...

Kızgın kalabalığın üzerine tazyikli su sıkan, biber gazı püskürten polislerin haleti ruhiyesini merak etmişimdir hep... Hangi ruh hali onları basit bir olay karşısında acımasız canavarlara dönüştürüverir diye... Ya da bu gazları, soğuk suları hiç kendi üzerlerinde denemişler midir diye... En azından eğitim amaçlı... Hani itfaiye haftasında kontrollü yangın çıkartılır ve sonra itfaiye gelir ve söndürür ya yangını... Öyle bir şey yani...

Maalesef polisimizin refleksi şiddet üzerine kurulu... En ufak olayda refleks otomatik olarak devreye giriyor... Vuruyor, kırıyor, hırpalıyor... Yere düşmüş çaresiz birini görünce bir tekme de o atmadan geçemiyor... Görev bilinciyle, görev refleksiyle... Dediğim gibi refleks gereğini yapıyor... Kalabalığın arasında astımı olan, alerjisi olan, kalp sorunu olan birileri olabilir diye düşünemiyor... Gösteriye katılan herkesi adrenalin düşkünü macereperest sanıyor...

O halde değişime bu refleksten başlamak gerekiyor... Vurma kırma odaklı refleksten, koruma kollama güdülü reflekse dönüşüm gerekiyor... Bu dönüşüm kapsamlı bir eğitimle sağlanabilir şüphesiz... Öyle demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlükler gibi klişeleşmiş kavramlardan oluşan bir eğitim değil ama... İnsanı merkez alan bir eğitim... Dövdüğün kişinin de bir insan, bir ana, bir baba, bir kardeş, bir evlat olduğunu hatırlatan bir eğitim... Zor mu peki?.. Pek zor olacağını düşünmüyorum... Yeter ki bir yerinden başlansın...

Bu şiddet sorunu ancak polisin kendisi tarafından çözümlenebilir diye düşünüyorum... Basına yansıyan şiddet görüntülerinde sorumluluk şüphesiz hükümete ait... Demokrasilerde genel kuraldır bu... Yönetim yetkisi kimdeyse sorumluluk da ondadır... Ama polis sorumluluk hükümette diye yırtamaz... Siyasi sorumluluk ayrı, mesleki sorumluluk ayrı... Polis her şeyden önce mesleğinin saygınlığını korumak durumundadır... Bu saygınlık son zamanlarda iyice irtifa kaybetmiş vaziyette... Polis işe tam bu noktadan başlamalıdır... Nerede hata yapıyoruz, niye yapıyoruz?.. Niye bu kadar çabuk kontrolümüzü kaybediyoruz?.. Kısacası niye gaza geliyoruz?.. Niye elimiz hemencecik gaz bombalarına gidiveriyor?

Üniversite gençliği heyecan demektir... Sınav ve dersane baskısından kurtuluş demektir... Uyanış demektir... Kimlik, kişilik arayışı demektir... Hayata başlayış demektir... Başkaldırı demektir...Anlaşılabilir bir psikoloji yani... Bunlar olmadan üniversite üniversite olmaz zaten... Hödük yetiştiren mekteplerden ileriye gidemez... Polis halden anlamalıdır... Aslında karşıdakinin üniversite gençliği olmasına da gerek yok... Herkese aynı duyarlılıkla yaklaşmalıdır polis... Eylemcinin haklı haksız olduğuna kafa yormamalıdır... Sadece görevini yapmalıdır... Eylemin çığrından çıkmasına mani olacak önlemleri almakla yetinmelidir... İşi inada bindirmenin, kan davasına dönüştürmenin alemi yok...

Evet, polisin kendini tartma ve sorgulama zamanı çoktan geldi... Geçiyor bile... Çağın gerisinde kalmış ilkel görüntülerden bir an önce sıyrılması gerekiyor polisimizin... Eğitim şart... Hemen ve derhal...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Ah bu mimler...

Dostlardan mim yağıyor bu günlerde... Hem de sağnak şeklinde...

Ruhgezgini arkadaşım 20 maddelik bir anket yollamış... Doğum ile ölüm arasındaki yaşanmışlıkları sevgi ve nefret ekseninde özetlememi istiyor adeta... Sevdiceklerim çoktur da, nefrete bulaşmamaya gayret ederim kendimce...

Minimalist arkadaşım anılar, değerler ve bunların yüklendiği eşyalar üzerine bir yazı kaleme almamı istiyor... Felsefi derinlik olmazsa olazıdır bu yazının herhalde... Felsefi değeri olmasa da bazı anı kırıntılarım vardır herhalde diye düşündüm...

Vesselam arkadaşım "aşk nedir" diye soruyor bana... Kızılcık şerbeti nedir hiç bilir mi acaba...

Yüreğine Gülümse arkadaşım garip alışkanlıklarımı yazmamı istiyor 7 maddede... Sığar mı garabetlerim 7 maddeciğe diye düşünmeden edemedim...

Gözümden kaçan başka mimler de olmuştur şüphesiz...

Mimler güzel... Konuları da güzel... Ama kaybolmuşum ben... Yapılanlar ve yapılacaklar listesinde kaybolmuşum ben... Yolumu gözleyen yığınla iş arasında kaybolmuşum ben... Tezimi yetiştiremedim, af yolu gözler olmuşum ben... Danışmanıma söylenebilecek bütün masum yalanları tüketmişim ben... Kısacası yaşıyor muyum yoksa yaşamıyor muyum karar veremedim ben...

Bu kaybolmuşluk serüveninde mimlere sıra gelir mi peki... Bilemem... Sıraya koydum işte... Ben diyeyim haftaya, siz anlayın seneye... Belki de kaynar gider araya...

Mim dağarcıklarına beni de dahil eden tüm dostlarıma teşekkür ediyorum... Umarım cevapsız kalmazlar... Kalırsa da bağışlayın beni lütfen...

26 Kasım 2010 Cuma

Kızamuk Ağıdı

Ben, gamlı, donuk kış güneşi,
Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.
Köyleri, yolları, dağı taşı
Isıtıyor, avutuyordum.

Bir köy gördüm tâ uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,
Çocukları kızamuk döküyor,
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,
Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,
Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,
Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.

Ali'lerin kızı Emine'yi gördüm,
Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,
İkindiye doğru, evlerine vardım,
Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.

Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,
Ah, güllü Gülizar öldü,
Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,
Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.

Gamlı türkümle tepeden aşağı bıraktım,
Bıraktım kendimi düşesiye, ölesiye,
Bu acıdan sonra nasıl doğacaktım,
Nasıl dönecektim aynı köye?

İniyor ve karaltında örtüyordum,
Bu çocukları, bu habersiz çocukları,
Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum.
Bir şey demek için açılmıştı dudakları.

Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden
Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım,
Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden,
Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.

O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,
Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?
Ben perişan, utanmış... bu köyün üstünde,
Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?

Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,
Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,
Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,
Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.

Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın
Bütün suçlarını kalbimde taşırım,
Görerek ah, görerek, bilerek bir yığın
Karanlık gündüzün üstünde yaşarım.

Her mevsim dolanıp geldiğinde bu köye
Gücük ayda, kar örtülü bu ovada,
Utancımdan, hıncımdan yaş dökerek böyle,
Gamlı ve perişan asılı duracağım havada.

İkindiye doğru bırakıp kendimi
Bu küçük mezarların üstüne.
Bilmeyeceksiniz, perişan, çaresiz halimi,
Gül diyeceğim, gül dereceğim gül üstüne.
Yol kıyısında yirmi üç çocuğun mezarı,
Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne

Ceyhun Atuf KANSU

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmenlerimiz...

Bu gün 24 Kasım... Öğretmenler günü yani... Tek güne indirgenmiş hatırlamaları, kutlamaları pek sevmesem de... Yine de anlamlıdır öğretmenler günü... En azından anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi ticari boyutu ağır basan günlerden farklı görürüm öğretmenler gününü...

Buralarda birer cumhuriyet altınına indirgenmiş olsa da... Bilirim farklı algılanır ülkemin farklı köşelerinde öğretmenler günü... Hele kuş konmaz kervan geçmez Anadolu köylerinde farklıdır öğretmenlik mesleği... Öğrencilik de farklıdır oralarda... İmkanlar sınırlı, ızdıraplar fazladır... Öğrenciden ziyade ırgattır, çobandır küçük yürekler... İşlemek gerekir o körpe yürekleri... Bir anne, bir baba şefkatiyle yaklaşmak gerekir onlara... Sadece dersi anlatmak yetmez... Dalmak gerekir iç dünyalarına... Sinmiş kişiliklerini alıp gün yüzüne çıkartmak gerekir... Kısacası çalışmak çabalamak gerekir... Kazanılacak bir kişi bir kişidir demek gerekir...

Şehirde de zordur öğretmenlik... Gelir dağılımının bu kadar bozulduğu ülkemizde belki de daha zordur şehir öğretmenliği... Geçim derdi bir yanda, onca çocuğun sorumluluğu diğer yanda... Yokluk görmemiş zengin çocuğu ile kıt kanaat geçinen kapıcı çocuğunu aynı potada eritmek zor zanaat... Bilir bilmez her işe müdahil olan ne oldum delisi veliler de cabası... Ceberrut müdür ve müfettiş desen ayrı bir dert...

Evet, hep ilkokul ekseninde ele alınır öğretmenler günü... Yersiz de sayılmaz bu algı... Zira minnacık yavruların anne babası gibidir ilkokul öğretmenlerimiz... Bu nedenle sınıf öğretmenliğine has bir duygu gibidir öğretmenler günü öğretmenliği... Zaten ortaokula (yenilerde ikinci kademe deniyor galiba) geçişle birlikte yavaş yavaş "hoca"ya dönüşür "öğretmen"lik... Mutlaka bir iki tane sevimsizi de çıkar bu hocaların... Dolayısıyla "öğretmen" kelimesinin tılsımı yavaştan bozulmaya başlar...

Ama ben ortaokul ve lise öğretmenlerini de çok önemsiyorum... İlkokul beşe kadar olan dönemi "okulu ve okumayı sevdirme faaliyeti" olarak görüyorum ben... Bu dönemin telafisi her zaman vardır... Okuması zayıf olan öğrenci sonradan geliştirebilir bunu... Toplamayı çıkarmayı öğrenememiş bir çocuk fazlasıyla matematik dahisi olabilir sonradan... Ama ortaokulun telafisi yok gibidir... Lisenin ise hiçten telafisi yok... Bu nedenle ortaokul ve lise öğretmenliği çok daha önemlidir diye düşünüyorum...

Öğretmenliğe biraz da sorumluluk cephesinden bakıyorum ben... Ülkemizde her şey matematik ekseninde şekilleniyor... Yani bir şekilde matematiği iyi olan öğrenci sürekli başarılı oluyor... Matematiğin kodlarını çözemeyen öğrenci ise, diğer derslerde allame-i cihan olsa bile bir noktaya kadar başarılı sayılıyor... O halde ortaokul ve lisedeki matematik öğretmenlerine çok iş düşüyor... Bir şekilde matematiği öğretmek gerekiyor bu çocuklara... Bir sınıftaki toplam öğrencinin yarısı matematik sorununu halledememiş ise o öğretmen başarısızdır benim gözümde... Bu konuda mazeret kabul etmiyorum... Sınıftaki çalışkan üç beş öğrenciye bakıp kendini kandırmamalı öğretmenlerimiz... O üç beş kişi bir şekilde başarılı olacaktır... Öğretmen olmasa da başarır o çocuklar... İyi öğretmen, başarıyı genele yayabilen öğretmendir... Kenarda köşede kalmış öğrencileri keşfedip arenaya sürebilen öğretmendir... Kolay mı peki?.. Değil ama imkansız da değil...

Türkçe ve edebiyat öğretmenlerine de çok iş düşüyor ülkemizde... Genetik olarak okumayı sevmeyen bir milletiz biz... Yazı yazmayı da pek beceremiyoruz her nedense... Öğretmenlerimizin bu konuda da biraz gayret sarfetmesi gerekiyor... Okumayı sevdirecek yöntemler mutlaka vardır... O yöntemleri bulup uygulamaya sokacak öğretmenlerimiz... Ne yapsam okumuyor bu haylazlar diye sızlanmanın alemi yok... Okutulacak bir şekilde... Açıkçası "yazı yazma" konusunda ne yapılabilir bilemiyorum... Bu konu pek kolay bir mesele değil... Sanırım biraz da okumakla ilintili bir mesele...

Ya diğer dersler?.. Hepsi de çok önemli hiç şüphesiz... Ama gözlemim o ki, matematik ve türkçeden iyi olan bir öğrenci diğer derslerden de başarılı oluyor bir şekilde... Ama matematik ve türkçeden başarısız olan bir öğrenci, diğerlerinden başarılı gibi gözükse de sonuca gidemiyor...

Bizimkisi hariçten gazel okuma... Ne kadar zor bir uğraş olduğunu tahmin edebiliyorum eğitim işinin... Hakkı verilebilirse bir okadar da onurlu... Eser yaratmak büyük iştir... Eğitimli, kültürlü, başarılı nesil yetiştirmeden daha büyük eser olabilir mi peki?.. Eseriniz bol, gününüz kutlu olsun sevgili öğretmenlerim...

ÇOCUKLARIM
Yoklama defterinden öğrenmedim sizi,
benim haylaz çocuklarım!
Sınıfın en devamsızını
bir sinema dönüşü tanıdım,
koltuğunda satılmamış gazeteler...
Dumanlı bir salonda
kendime göre karşılarken akşamı,
naneşekeri uzattı en tembeliniz...
Götürmek istedi küfesinde
elimdeki ıspanak demetini
en dalgını sınıfın!
İsterken adam olmanızı
çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
palto, ayakkabı yüzünden.
Kiminiz limon satar Balıkpazarı’nda
kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder;
biz inceleye duralım aç tavuk hesabı,
tereyağındaki vitamini
ve kalorisini taze yumurtanın!
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta,
çevresini ölçtük dünyanın,
hesapladık yıldızların uzaklığını,
Orta Asya’dan konuştuk
laf kıtlığında.
Neler düşünmedik beraberce
burnumuzun dibindekini görmeden
bulutlara mı karışmadık!
“Hazan rüzgârı”nda dökülmüş
“hasta yapraklar”a mı üzülmedik!
Serçelere mi acımadık, kış günlerinde
kendimizi unutarak!
Rıfat Ilgaz-1943

9 Kasım 2010 Salı

Kurban ekonomisi...

Bayramları çok severim bilirsiniz... Dini, milli hiç farketmez... Kaynaşmaya, paylaşmaya vesile olarak görürüm böyle günleri... Ama kurban bayramı biraz sevimsiz gelir bana... Olayın dini boyutu başka tabi ki... Orasına diyecek bir sözüm olmaz... Kutsal kitaplar yazmışsa başım üstüne... Sorgulamaktan bile imtina ederim...

Olayın dini boyutunu bir kenera bırakacak olursak... Kurban bayramındaki şehir manzaraları rahatsız eder beni... Kurban çadırları, kamyonetlerde taşınan gözü pörtlemiş danalar, kan revan içindeki kesim alanları, et paylaşan kalabalıklar pek bir sevimsiz gelir bana... Bu nedenle içi buruk girerim bu bayrama... Bu iş ne kadar organize de yapılsa sinmez içime... Çağımızın şehir yaşantısına uygun yeni bir yorum gerekiyor galiba bu bayrama... Yapılabilir mi, ya da ne zaman yapılabilir bilemiyorum...

Kurban ibadeti aynı zamanda ekonomik boyutu olan bir ibadet... Parasal yanı var yani... Parasal boyutu olan her olgunun zamanla değişime uğraması kaçınılmazdır... Bu ibadet de mutlaka zamanla değişime uğramıştır... Ekonomik getirisini maksimize edecek şekilde bir değişim... Ama bu konunun uzmanı değilim... Ne söylesem temelsiz yani... Sadece gözlemleyebildiklerimi yazıyorum...

Daha bir kaç yıl öncesine kadar "deri" ekseninde fiyatlanırdı bu bayramın ekonomik boyutu... Kurban bayramı deri kapmaca yarışına sahne olurdu... Deri toplamaya yetkili ve yetkisiz kişiler olurdu... Bu işe soyunanlar en çok deriyi toplama gayretine girerdi... İyi organize olabilenler fazla deri toplar, bunu iyi paralara tahvil ederlerdi... Bu dönemde kurban ekonomisinin hacmi haliyle pek büyük değildi...

Kurban sektörü son yıllarda şekil değiştirdi... Derinin yüzüne bakan yok şimdilerde... Bağış yoluyla kurban kesimi moda oldu artık... Bağışlayan zahmetinden kurtulmuş oluyor, bağışlanan da deriden daha büyük bir ekonomik değere kavuşmuş oluyor... Çift yönlü kazanç anlayacağınız... Önceleri aile başına bir kurban kesilirken, bu günlerde aile ferdi başına bir kurbana doğru gidiyor... Yorumlar, fetvalar bu yönde gelişiyor zira... Olayın ekonomik boyutu bu trendi zorluyor olsa gerek... Her neyse...

Asıl kurban ekonomisi bu noktada başlıyor... Yani kurban bağışlarıyla... Diyanet Vakfı, Mehmetcik Vakfı, Kızılay, Lösev, çeşitli dernek ve cemaatler... Bunlar ve daha niceleri vekalet yoluyla kurban bağışı kabul ediyor... İstisnalar dışında bu işi yapanların kesim konusunda pek bir hile yaptığını sanmıyorum... Yani bağışlayanın kurbanı mutlaka onun adına kesiliyordur... En azından geçen yıl basına yansımış olan hadiselerden sonra bu yıl bu konuda bir suistimalin olacağını düşünmüyorum... Ancak çoğu kimse kesilen etlerin fakir fukaraya dağıtıldığını sanıyor... Evet bir kısmı böyle değerlendiriliyor... Ama çok önemli bir kısmı satılarak paraya tahvil ediliyor... Satılsın, ona da bir itirazım yok... Nasıl olsa bu işi yapan kuruluşların hizmetleri doğrultusunda kullanılacak bu paralar...

Peki sorun nerede... Sorun iki noktada ortaya çıkıyor... Birincisi, daha fazla bağışta bulunulması için toplum sürekli yönlendiriliyor... Bazı cemaat ve topluluklar bu konuda adeta seferberlik ilan etmiş vaziyette... Doğmamış çocuk için bile kurban kesilmesi gerektiğine dair fetvalar yayınlanıyor... Önceleri aile başına kesilen kurbanlar şimdilerde neredeyse fert başına doğru gidiyor... Kurbanlardan biri ev için kesiliyorsa, diğerleri bağışlanıyor haliyle... Bu da doğal olarak kurban bayramı dolayısıyla kesilen hayvan sayısının artması demek... Artan hayvan talebi fiyatları şişirdikçe şişiriyor... Sorunun diğer ayağı ise bağış yoluyla kesilen hayvanların karkas et olarak piyasada satılmasında yatıyor... Piyasada satılan etler bir kaç tüccarın elinde toplanıyor... Bir kaç tüccarın eline geçen etler, yıl içinde manipüle edilmiş fiyatlardan mutfaklarımıza giriyor... Son yıllardaki et fiyatlarında yaşanan artışın ana sebebi budur diye düşünüyorum... Yani bağış yoluyla kurban kesiminin yaygınlaşması... Yoksa ülkemizdeki hayvan sayısında denildiği gibi dramatik bir düşüş falan yaşanmıyor... Sadece aynı anda kesilen çok sayıdaki hayvanın belli ellerde toplanması hadisesi yaşanıyor...

Evet, her olgu kendi ekonomisini yaratıyor... Kurban bayramı da Kurban Ekonomisi diyebileceğimiz yeni bir disiplinin doğmasına neden oldu... Bu ekonominin parasal hacmi gün geçtikçe daha da büyüyor... Arz tarafı iyi yönetilemediği için, bu yeni ekonomi bize artan et fiyatları olarak yansıyor... En azından et fiyatlarının artmasında kaldıraç görevi görüyor...

Her şeye rağmen bayramlarımız güzeldir... En azından güzel tarafından bakmaya çalışmalıyız... Herkesciklerin kurban bayramını şimdiden kutluyorum...

PS: One Lovely Blog Award listesine beni de dahil etme inceliğini gösteren sevgili arkadaşım Gımızı Momol'a şükranlarımı sunuyorum... Nedir, kime verilir, niye verilir bilemiyorum ama ödül ödüldür işte...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Devletimiz büyüktür affeder...

Hata yapmak kula mahsustur... Yapıyoruz hataları... Borç takıyoruz devletimize... Vergi borcu, elektrik borcu, su borcu, prim borcu, trafik cezası borcu derken birikiyor borçlarımız... Biliyoruz ki devletimiz büyüktür... Azametlidir... Bağışlayıcıdır... Barıştan yanadır... Tasalanmamak gerek borçtan yana... Affedicidir devletimiz... Affetmek büyüklüğün şanındandır zaten...

Evet, yine öyle oluyor... Bağışlıyor devletimiz... Seçimler yaklaşırken yine af hazırlığında devletimiz... Başbakanımızı da bilgilendirmişler... İcazet almışlar... Kapsamlı bir af olacakmış... Vergi, elektrik, su, doğal gaz, trafik cezası, üst kurullar tarafından kesilen cezalar, ecri misiller, prim borçları ve daha niceleri... Her türlü borca af getiriyor devletimiz... Barışıyor her kesimle... Kucaklaşıyor halkıyla... Siliyor alacağını... Gösteriyor büyüklüğünü... Fazla da istediği bir şey yok ha... Yaklaşan seçimlerde uslu olmamızı istiyor o kadar... Geçmiş kırgınlıklardan, dargınlıklardan arınmış olarak gitmemizi istiyor sandık başına... Başka bir hesabı yok...

Ben ise pek mahzunum... Kaçırdım yine fırsatı... Borçsuz yakalandım yine büyük barışmaya... Sazan gibi zamanında ödemişim bütün borçları... Haksız yere yazılan trafik cezasını bile %25 indirim yapıyorlar diye koşa koşa ödemişim... Araba vergilerini, elektrik faturalarını, su faturalarını hep zamanında ödemişim... Kalmamış hiç bir şeyim büyük kucaklaşmaya... Pek saf hissettim kendimi şimdi... Öyle olur zaten hep... Avucumu yalarım her daim... Akaryakıt zamlarına da boş depo yakalanırım hep... Iskalarım fırsatları bir bir... Korkarım borçtan harçtan... Bulur buluşturur, öderim günü gününe... Devletim büyüklüğünü gösterdiğinde de yalarım avucumu... Yine yalayacağım avucumu işte... Ne yapayım şimdi ben...

Evet, af geliyor... Hem de en kapsamlısından... Horzumlar, hortumcular, nayloncular affediliyor bir bir... Adı vergi barışı mı olur, varlık barışı mı olur bilemem artık... Kanunda af yazmaz ama affın babası yer alır maddelerde... Hayırlı olsun milletimize... Sevinsin uyanıklarımız... Borcunu ben gibi zamanında ödeyen saflar mı? Geçmiş olsun onlara... Kim dedi onlara kuzu olun diye... Vatandaş gibi vatandaş gerek bu memlekete...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir bayramı daha uğurlarken...

Evet, bir Cumhuriyet Bayramını daha uğurladık... Bu günlerde bayrama doyduk desek yeridir... Dini, milli bayramlar arka arkaya geliyor bir süredir... Daha bir süre de böyle gidecek... Neyse şikayetim yok benim...

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına çocukların okulunda başladık... Klasik konuşmalar yapıldı, şiirler okundu, marşlar söylendi... Ankara'da havalar biraz soğuktu... Bundan olsa gerek, bayrama ilgi biraz azdı... Daha önceki yıllara nazaran daha az sayıda veli ve öğrenci gelmişti törene... Bayram kapsamındaki etkinliklere çocukların ilgisi velilerden daha azdı... Velileri oldukça ilgili gördüm... Tabi kendini elindeki fotoğraf makinesi ve kameraya kaptırmış olan velilerden bahsetmiyorum... Onların tek derdi bir kaç kare görüntü yakalamaktan ibaretti... Buna da fazlasıyla alıştım zaten... Her neyse... Anladım ki, Cumhuriyetin önemini ve kıymetini ancak olan biteni biraz idrak edebilecek yaşa gelmiş biz büyükler anlayabiliyoruz... Çocuklar için biraz erken bir mevzu bu cumhuriyet...

Bayramda yaşananlar benim açımdan oldukça düşündürücüydü... Cumhuriyet Bayramı, ulus olarak en önemli milli bayramımız... Birbirimize kenetlenmemiz gereken günlerden biri... Her türlü husumetin, kırgınlığın, ayrışmışlığın unutulması gereken bir gün... Ama hiç öyle olmadı... Protokol gereği zoraki bir araya gelen büyüklerimiz bırakın tokalaşmayı, birbirinin yüzüne bile bakmadı... Asık suratlarıyla biri anyaya baktı, diğeri konyaya... Devletin başındakiler ortak bir baloda bile buluşamadı... İktidarın balosu ayrı, muhalefetin balosu ayrıydı... Askerler de alternatif balolarda buluştu... Tam bir ayrışma ve çatışma görüntüsü sergilendi anlayacağınız... Hem de bilerek ve isteyerek... Gözümüze sokarcasına... Oysa kutlanan cumhuriyetti... Bir toplumun yeniden doğuşunun ve yörüngesinin yeniden tanımlanmasının adı olan cumhuriyet... Kısacası yaşananlar cumhura da yakışmadı, cumhuriyete de... Onu bize armağan edene hiç yakışmadı...

Olup biteni endişeyle izliyorum... Yarınlara dair pek bir umudum kalmadı sayılır... Artık haklı haksız ayrımı da yapmıyorum... Haklı olsanız ne yazar, haksız olsanız ne yazar... Millete reva mı bu?.. Sıkıldım alayınızdan...

15 Ekim 2010 Cuma

Mim mevsimindeyiz galiba...

Sevgili essra arkadaşımın mimlenmişler listesinde ismim var... Bilirsiniz pek sevmem bu mim mevzuularını... Yine de kıramam kimsecikleri, kaçamaktan da olsa cevaplamaya çalışırım... Kaldı ki essra gibi pek naif bir arkadaşa karşı kayıtsız kalmam hiç yakışık almaz... Neyse ki bu mimin konusu oldukça basit... En çok tıklanan beş postumun sıralanması isteniyor... Bunu ben de çok merak ediyordum ama nasıl bileceğime dair hiçbir fikrim yoktu... Kara kara düşünürken imdadıma on parmağında on marifet arkadaşım Nezihe yetişti... Meğer kumanda paneline girip istatistikler bölümünü tıklayınca her şey çıkıyormuş karşımıza... Bu kadar basit yani... Nezihe dedim de aklıma okyanus ötesi günlerim düştü bak... Ne yapıyordur acaba şimdi Suna Teyze ile Hikmet Amcalar... Umarım sağdır ve sağlığı sıhhati yerindedir her ikisinin de... Yaban ellere düşüp de özünü, benliğini muhafaza edebilen ender insanlardandı... Çok iyiliklerini gördüm, Allah bin kere razı olsun kendilerinden... Neyse gevezeliği bırakayım da mime döneyim tekrar...

İstatistikler bölümünü tıklayana kadar hangi yazım ne kadar ilgi görmüştür diye bir fikrim yoktu... Zira postumu çok hızlı yazarım ve bir daha da dönüp bakmam yüzüne... Çünkü ne zaman ki daha önce yazdığım bir şeye tekrar bakacak olsam, mutlaka "keşke şöyle yazsaymışım" diyeceğim bir yanını bulurum... Bu da haliyle canımı sıkar... En iyisi yaz ve at bir kenera... Doğur, sokağa bırak gibi bir şey yani... Sırf daha önce yazdıklarımla tekrar yüzleşmemek için, yorumlara cevap yazma konusunu da çok ihmal ediyorum... Bu konuda çok da mahcubum aslında... Bu yazım aynı zamanda yorumlarına feedback alamayan arkadaşlarıma bir nevi özür dileme olsun...

Şimdi sırada en çok tıklama alan postlarım var... Yazıların çoğunu unutmuş gitmişim, tekrar açıp okumam gerekti... Okuyunca ben de hak verdim... Eh, fena yazılar değilmiş doğrusu dedim...

1. Kazanma hırsı ve Turkcell örneği (272 tık)

2. Evet mi desem, hayır mı? (106 tık)

3. Tecavüze uğrayan kısraklar (53 tık)

4. Staj (37 tık)

5. Veli toplantısı (26 tık)

Görevimi tamamlamış olmanın huzuru içinde ben de beş kişiyi mimlemem gerekiyor ama yapmayacağım bunu... Şu cuma akşamı ne güzel hafta sonu planları yaparken kimseciklere iş çıkaramam şimdi... İsteyen seve seve alsın bu mimlerden deme gibi bir anlamsızlığa da imza atamam... O halde herkesciklere güzel bir hafta sonu diliyorum...

14 Ekim 2010 Perşembe

Türk; övün, çalış, güven...

Atatürk'ün bu sözünü çok severim... Cesaretlendirme, moral verme, öz güven aşılama, çalışmaya teşvik etme... İyiden yana ne ararsan var bu cümlede... Nebileyim "Ne mutlu Türküm diyene" veya "Bir Türk dünyaya bedeldir" gibi sözlerdeki sığlık ve neden-sonuç ilişkisinden yoksunluk yer almaz bu cümlede... Nerede bu sözü görsem derin derin düşünürüm... Anlam zenginliğine bir kez daha hayran kalırım... Her ne kadar sürekli yanlış yazılmış olarak karşıma çıksa da... Nedense "övünme" kelimesi hep "öğünme" olarak yazılır...

Nereden aklıma düştü şimdi bu söz?.. Anlatayım müsadenizle... Bütün dünya şu Şili'deki maden ocağında mahsur kalan 33 madencinin kurtarılması hadisesine kitlendi ya... Dün işten sonra eve geldim... Baktım eşim televizyona kitlenmiş sayıp duruyor... 16. da sağ salim çıktı... 17, 18... Gece geç saatlerde yatağa gittiğimde son olarak 21. kişi çıkmıştı gün yüzüne... Sabahleyin haberlere baktığımda nihayet hepsi kurtarılmıştı sağ salimen...

Esasen büyük başarı... En ufak riskleri bile hesaba katarak yapılan bir kurtarama operasyonu... Hiç acele etmeden, paniklemeden, panikletmeden... Düşündüm de bizde olsa kesin halat kopardı beşinci madenciden sonra... Hele bir sağlık görevlisi ile bir teknisyenin rehberlik yapmak için aşağıya kuyuya inmesine resmen şapka çıkardım...

Peki bütün bunların yukarıdaki sözle ne bağlantısı var diyeceksiniz şimdi... Olmaz mı efendim... Şili'deki bu muazzam başarı kıskançlık damarını kabartmış sayın bakanımızın... Hemencecik demeci patlatmış sayın bakanımız Ömer Dinçer... "Onlar 69 günde kurtardı, biz 3 günde kurtarırdık" demiş... Hemde Zonguldak'ta iki madencimizin cesedi hala yerin altında beklerken... Bilirim yapar... 3 günde değil, 2 günde de yapar... Matkabın ucunu madencilerin yanına indirir indirmesine de... Madenciler sağ mı çıkar, delik deşik olmuş bir vaziyette mi çıkar orasını bilemem ben... Bizde mutlak başarı önemsizdir... Önemli olan ne kadar kısa sürede olayın bitirildiğidir... Haa bu arada 3-5 kişi ölmüş, önemli değil... Kurtarma zayiatı denir, olur biter... Aynen Melih Gökçek'in köprüleri gibi... 61. Gün Köprüsü, 28. Gün Köprüsü, vs... Köprünün bağlantı yolları olmamış, atılan asfalt üç gün sonra çökmüş, her gün kaza olmuş, önemli değil bunlar... Ayrıntıdır onlar...

Sayın bakan uyarıyor bizi... Şili'deki ile bizimkileri karıştırmayın diyor... Oradaki "göçük", bizimkiler "patlama" diyor... Sanki patlamaların olmaması için yapılması gerekenleri ben takip edip denetleyeceğim... Ya da patlama dediği şeyin önlenemez bir hadise olmadığını bilmem ki nasıl anlatacağım sayın bakana...

Her neyse... Biz övünmemize bakalım... Çalışıp, güvenme kısmı mı?.. Ayrıntıdır orası... Özüne bakalım olayın...

8 Ekim 2010 Cuma

Gandi nereye...

Kılıçdaroğlu'nun bir Gandi edasıyla gelişi heyecanlandırmıştı geniş kitleleri... Özellikle de alternatif bir renk arayanları... Ben de heyecanlanmıştım doğrusu... Heyecanımı hala da muhafaza etmeye çalışıyorum... Zira ülkemiz için ortanın solunda güçlü bir partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum...

Peki Gandi hareketi nasıl gidiyor? Bu konuda net sinyaller alamıyorum maalesef... Zira referandum sonrası her kesimde siyasi bir yorgunluk var... Ortada bir atalet havası var ama bu durum herkes için geçerli... Dolayısıyla Gandi hakkında iddialı gözlemlerde bulunamıyorum...

Yine de bir fikrim var tabi ki... Referandum süreci ve sonrasındaki atmosfere bakılacak olursa, Gandi için "işte bu" diyemiyorum maalesef... Yavan bir tarafı var... Yeterli heyecanı da yok, yeterli heyecan da yaratamıyor... Sanki elbise üzerine bol gelmiş gibi bir hali var... Bu günler için bir hazırlığı olmadığı kesin... Özal vari plan program sunamıyor, kangren olmuş meseleleri çarpıcı bir şekilde ortaya koyup "çözümü şuduır" diyemiyor... AKP'nin kuyruğuna takılmış bir görüntü veriyor her daim... Yerli yersiz çıkışları oluyor zaman zaman... Genel af gibi... Türban meselesi gibi...

Genel af konusunda söylediklerini kendisinin bile tam olarak anladığını sanmıyorum... Türban konusuna da bu güne kadar pek kafa yormadığı anlaşılıyor... Sorunun ne olduğunu bile tam olarak bildiğini sanmıyorum... Bu konuya niye müdahil olduğunu da anlamış değilim... CHP'nin bu konuda geleneksel bir yaklaşımı var malum...  Bu yaklaşım da kolay kolay değişecek gibi değil... Tarihsel ve sosyolojik derinliği var bu yaklaşımın... Bu konuya girmek, paçayı sıvamadan buturaklı tarlaya dalmak gibi bir şey... Çözeceğim diyor, başka da bir şey söylemiyor... Bırakın türban konusunda sıkıntı yaşayan kesimi, CHP tabanında bile "evet çözer" dedirtebildiğini sanmıyorum... Sonra Pakistan'dan, İran'dan örnekler veriyor... Konuyu anlamadığı oradan belli... Verdiği örnekler, oradaki dindar kesimin örtünme şekli değil... Bilakis normal koşullarda örtünmeyecek olanların zoraki örtünmeleri... Yani şunu demek istiyorum... Gandi kültürel ve fikirsel zenginlik olarak Baykal'ın eline su bile dökemez...

Taktik konusunda da çok toy kalıyor bizim Gandi... Türban konusunda kendini bağladı ya... Kaçırır mı bu fırsatı AKP... Bak hemencecik "türbanlıya karışma genelgesi" gönderdi üniversitelere YÖK... Doğal olarak sesini bile çıkaramadı CHP... Zira "çözeceksin madem ne itiraz ediyorsun kardeşim" derler adama... Kürt meselesinde de net bir fikrinin olduğunu sanmıyorum CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun... Bu konuda sınırlarımızı aşan baskılar sonucunda yeni gelişmeler oldukça yalpalayıp duracak gibi gözüküyor CHP... Kılıçdaroğlu bu konularda çok hazırlıksız gibi... Baykal kıvraklığı da yok... Mikrofonu ağzına dayadıklarında bocalayıp duruyorsun haliyle...

Esasen Kılıçdaroğlu'nun Gandi olmasını sağlayacak mesleki, kültürel ve siyasi bir geçmişi de yok gibi... SSK Genel Müdürlüğü falan hikaye görevler... Bu görevlerde insanın kendini yetiştirip geliştirmesi mümkün olmaz... Günlük rutin vazifelerin dışına çıkamazsınız bu görevlerde... Kılıçdaroğlu'nu Kılıçdaroğlu yapan meslek Hesap Uzmanlığı mesleğidir... Bu meslek saygın bir meslektir... Torpilin falan işlemediği nadir memurluklardan biridir... Üniversitelerden mezun olan en başarılı öğrencileri seçerler ve iyi eğitirler... İyi de ahlak verirler... Dürüst adam yetiştirir Hesap Uzmanları Kurulu... Yamuğu, çürüğü pek olmaz bu camianın... Çok çalışır Hesap Uzmanları... Tüyü bitmemiş yetimin hakkını hırsızlara kaptırmamak için aşırı gayret gösterirler... Ama alanları çok dardır... Maliye, muhasebe ve vergi dışına pek çıkmazlar... Biraz da iktisat bilirler o kadar... Bu anlamda en girift dosyaları analiz edebilir hesap uzmanları... İçinden çıkılmaz dosyaları çözebilir hesap uzmanları... Yalnız çalışır hesap uzmanları... Bir dosya üzerinde aylarca, yıllarca çalışır... Dalar gider dosya deryasına... Çözer hesap uzmanı... Kim neyi kaça almış, kaça satmış, ne kazanmış, ne beyan etmiş, ne kaçırmış, nasıl kaçırmış, kaçırdığını nerede saklamış... Bunları iyi bilir hesap uzmanı... Kısacası kendi görevini iyi bilir ve iyi yapar hersap uzmanı... Ama fazlasını beklememek gerekir hesap uzmanından... Fazlasını da öğrenmeye kalksa kendi mesleğinde derin olamaz zaten hesap uzmanı... Dolayısıyla siyaset uzmanlığı beklememek gerekir hesap uzmanından...

Bu hesap uzmanlığı mevzuuna niye bu kadar derin girdim peki?.. Çünkü biz Kılıçdaroğlu'nu hesap uzmanlığı yönüyle tanıdık da ondan... Dosya arayan, dosya sorgulayan, olayları iyi analiz eden ve tezini belgelerle ıspatlayan Kılıçdaroğlu... Evet, Kılıçdaroğlu bu konuda çok başarılı... Çünkü uzmanlık alanı bu... Fazlasını beklememek gerekir...

İçimden bir ses Hesap Uzmanlığı konusunda çok iddialı konuştun diyor... Evet farkındayım... Aslında hiç bir konuda bu kadar iddialı konuşmamak gerek... Zira birileri çıkar, Unakıtan'da hesap uzmanı kökenliydi deyiverir... Neyse kimse demeden ben demiş olayım ve Unakıtan mevzuunu başka bir yazıya saklayalım... Bak şimdi aklıma Ahsen Hanım düştü... Ne kadar da özlemişim sempatik yüzünü... Clevland falan derken unuttuk gittik kendisini... Gerçekten özlemişim Ahsen Hanımı... Tonton yengem benim...

Çok uzun oldu farkındayım... Hemencecik topluyorum... Ama üç beş kelimeyle de toplanmaz ki bu mevzu... Neyse... Olduğu kadar... Evet Gandi hayali suya düştü gibi... Ama umut fakirin ekmeği... Ye memet ye... Daha seçime çok... Çok sular akar bu köprünün altından...

4 Ekim 2010 Pazartesi

ÖSYM 2...

Daha önce ÖSYM üzerine bir yazı yazmıştım malumunuz... Bu kurumu önemsediğimi, başkansız bırakılmaması gerektiğini, eski saygınlığını bir an önce tekrar kazanması gerektiğini falan yazmıştım... Bu konuda YÖK bir adım attı ve bir profesörü vekaleten ÖSYM başkanı olarak görevlendirdi... Bu vekaleten görevlendirmelere oldum olası kıl olurum... Bir nevi "rüştünü bir ıspatla" der gibi bişeydir vekaleten görevlendirmeler... Atanan kişiye güvenmediğinizi daha baştan hissettirmiş oluyorsunuz... Hadi bir başla da görelim der gibi... Atanan vekilin psikolojisini tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde... Hep bir kendini ıspatlama gayreti... Asaleten atama süreci geciktikçe siz bile kendinize güveninizi kaybediyorsunuz yavaştan... Olacak şey değil, ama çok oluyor ülkemizde maalesef... Her neyse konumuz şimdi bu vekalet-asalet meselesi değil...

ÖSYM üzerine ikinci seri bu yazıyı kaleme almamın sebebi, Nur Hanımefendinin "yeni başkanı nasıl buldunuz" şeklindeki sorusudur... Nedense "iyi buldum, okumuş mühendis olmuş, yetmemiş profesör olmuş. Daha ne olsun" şeklinde geçiştirme bir cevap vermek istemedim Nur Hanıma...

Boşalan ÖSYM başkanlığına Prof. Ali Demir atandı biliyorsunuz... Kendisini tanımam... Mutlaka değerli bir bilim adamıdır... Gazetelerde ilk resmini gördüğümde içimden bir "eyvah" sesi geldi her nedense... Fiziksel görünümünden yeterli elektriği alamadım herhalde... Kılığı, kıyafeti "yanlış seçim" der gibi bişeydi işte... Ama bunu kimseyle paylaşmak istemedim... Aslında hala da paylaşmak istemiyorum... Bu konuda gerçekten samimiyim... Çünkü tanımıyorum ve sadece fiziki görünüşüyle insanları değerlendirmek istemiyorum... Hem de bir resme bakarak...

Ben aslında insanların fiziki görünümüne bakarak çıkarımlarda bulunmayı sık yaparım... Bu konuda bir hayli de başarılı olduğumu düşünürüm... Esasen pek yabana atacak bir yöntem de değildir bu... Ne de olsa özü yüzüne yansır insanın... Gözlem yeteneğinize bağlı olarak başarıyla kullanabilirsiniz bu yüz okuma yöntemini... Ama ben bir defasında fena yanıldım bu yöntemde... Onun için iddialı değilim artık...

Yanılmam THY Genel Müdürü Temel Kotil'de oldu... Onu medyada ilk gördüğümde "seneye varmaz çakılır bizim teyyarelerin hepsi" demiştim... Nedense o görüntü ile THY Genel Müdürlüğü'nü tek kareye oturtamamıştım... Apronda deve ve terlikli umre görüntüleri de "tamam bu iş" dedirtmişti bana... Ama öyle olmadı... Şahlandı THY onun döneminde... Hem karlılıkta, hem de ciroda aldı başını gitti... Bir dünya markası olma yolunda ilerliyor bizim THY artık... Ki araştırdım, bu başarıda kilit isim Temel Kotil'miş... Bu nedenle yüz okumayı sadece hobi olarak yapıyorum artık... Esaslı konularda ihtiyatlı davranıyorum... Yanılma payını hiç gözardı etmiyorum...

O nedenledir ki, Prof. Ali Demir konusunda bişey söyleyemiyorum... Bir kanaat tabiki oluştu bende ama... Etrafa anons edecek kadar değil... Bekleyip göreceğiz artık... Umarım başarılı olur, umarım şaha kalkar ÖSYM onun döneminde... Başarı dileklerim onun için...

1 Ekim 2010 Cuma

Kıskandım Hanefi Avcı'yı...

Garip haller oluyor bana... İlk defa tutuklanıp kodese tıkılan birini kıskanıyorum... Keşke yerinde ben olsaydım diyorum... Biliyorum ki hapishaneler artık eski bildik hapishaneler değil... Değişti, gelişti... İmkanları, konforu arttı... Avrupa Birliği komiserleri her gün teftişte... Şurası olmamış değiştir, burası olmamış değiştir... Hapishane değil, yaz kampı sanki... Sıradan bir mahkum da değilsin... Gardiyanlar, müdürler biraz da müsamaha gösterdiler mi kıralsın işte... Ne de olsa medyatik birisin sen... Yazılıp çizilene bakılırsa, normal hayatın da pek mahkumlarınkinden farklı geçmemiş... Hiç tatil yapmamışsın... Hiç lüks bir lokantada yemek yememişsin... Şöyle bir eğlenip evkar dağıtmamışsın hiç... Öyleyse ne farkeder? Ha silivri kodesi, ha Eskişehir polis lojmanı...

Sen kodeste yatıp dinlenirken, kitabın da iyi satıyor maşallah... Geçenlerde Migros'ta dolaşırken gördüm... Onbeşinci baskıyı yapmış, fiyatı da 25 gaymek... Yine bu günkü Hürriyet'te vardı, satış rakamı 600 bini geçmiş... Konu biraz daha gündemde tutulursa haftaya bir milyonu geçer... Sanırım o kadarını da planlamıştır kurt polis şefi... İyi kazanç... Orta ölçekli bir KOBİ'nin yirmi yıllık kazancı sayılır... Allah daha da çok versin...

Şaka yollu da olsa olay bu... Ergenekon, referandum falan derken bir de Hanefi Avcı meselemiz oldu artık... Hangi kanalı açsam mevzu aynı... Hanefi Avcı, kitabı Haliçte Yaşayan Simonlar ve son tutuklanma hadisesi... Habercilere malzeme bol... Az kalsın unutuyordum, bir de ortaya çıkan sevgilisi... Bu da üzerine ballı kaymak artık...

Kitabı daha tam okuyamadığım için o konuda şimdilik yorum yapamıyorum... Malumunuz 500 küsur sayfa... Daha yüz sayfa kadarını okuyabildim... Başkasına belki de en sıkıcı gelen bölüm burasıdır ama ben ilgiyle okudum... Zira burası ilk göreve başlama anılarını içeriyor... 1976 yılında Mersin'in Gülnar ilçesinde komiser olarak göreve başlıyor ve dört yıl kadar burada görev yapıyor... Ben de bir yıl sonra, 1977 yılında tam burada ortaokula başlıyorum... Yani üç yıl aynı caddeleri arşınlayıp, aynı lokantada çorba kaşıklıyor(muş)uz... Zira Gülnar küçük bir kasaba... Köy gibi bir yer... Şimdi de çok farklı değil ama o yıllarda iki küçük caddesi, iki üç kahvehanesi, bir pastanesi, iki eczanesi, iki de lokantası olan olan küçük bir yer... Geçmişde üç yılımız kesişmiş... O genç bir polis, ben de köyden okumak için kasabaya gelmiş toy bir öğrenci... Sağ sol kavgalarında ilgiyle izlediğim üniformalılardan birisi hiç şüphesiz oymuş... Kitabında bahsettiği anılarında kendi geçmişimden de bir kesit yakaladığım için Avcı hikayesi ilginç geldi bana...

Bu konuda sanırım daha çok yazı yazarım ben... Onun için şu an pek uzatma düşüncesinde değilim... Bir giriş olsun bu yazı... Aslında merak da etmiyor değilim... Bu kitabın zamanlaması niye böyle oldu... Kitap yayınlandı, niye peşinden örgüt üyesi gerekçesiyle tutuklama geldi... Kitap yazıldığı için mi tutuklandı, yoksa tutuklanmamak için mi kitap yazıldı?.. Bu ve benzeri soruların cevabı henüz yok... Bu konular daha çok meşgul edecek gibi bizleri...

Giriş bu kadar... Gelişme ve sonuç bölümlerinde görüşmek üzere...

22 Eylül 2010 Çarşamba

ÖSYM...

ÖSYM başkanı Ünal Yarımağan dün görevden ayrıldı... Haberlerde izledim, kurumdan ayrılışı sırasında personeli uğurluyordu onu... Hem personelin, hem de kendisinin oldukça duygulu anlar yaşadığı yüz ifadelerinden anlaşılıyordu... Böyle durumların ne kadar zor olabileceğini anlayabiliyorum... Kolay değil, yıllarca gece gündüz çalış çabala... Bişeyler yapmak için uğraş... Sonunda bir skandalla "başaramadı" yaftasını ye ve ayrıl... Hiç kolay değil... Hem de alabildiğine sevimsiz bir durum...

Ünal Yarımağan'ı tanımam... Son kopya skandalına kadar da ÖSYM'nin başında kim varmış diye hiç merak etmemişim... Daha doğrusu ÖSYM denince bende çağrışım yapan tek isim merhum Altan Günalp'tır... Zira 80'li yılların ortalarında üniversite sınavlarına girerken başkan oydu... Biz de ister istemez onun ismini ezbere bilirdik... Ne de olsa onun imzasıyla bir kaç kez zarf almıştık bu kurumdan... O yıllardaki kurumun ismi sanırım ÜSYM idi... Her neyse...

Başkanın istifa haberini ve kurumdan ayrılış görüntülerini üzülerek izledim... Üzüntüm hem başkana dairdi, hem de kurumun kendisine dairdi... Başkanı tanımıyorum ama sıkıntısını gayet iyi anlıyorum... Yüz ifadesine bakılırsa, çok dürüst ve namuslu olduğu da rahatça söylenebilir... Bu da nasıl bir değerlendirme demeyin lutfen... İnsanları anlamanın en kestirme yolu yüz ifadesine bakmaktır... Her şey yazar orada... İyilerin yanında; sahtekarı da, hırsızı da, arsızı da okuyabilirsiniz oradan... Ben şahsen başkanın televizyonlara yansıyan yüz ifadesinden "iyi bir insan" portresi okudum... Aynı zamanda çalışmış ve yorulmuş bir insan görüntüsü de vardı orada... Böyle bir insan için sonuç böyle olmamalıydı ama oldu işte... Bazen süreci yönetemeyebiliyorsunuz... Bu yönüyle sayın başkanın gidişinden derin üzüntü duydum...

Başkan hakkında söylediklerimi kurumun tamamı için söyleyemiyorum maalesef... Belli ki başkanın iyi niyeti ve güveni, personeli tarafından suistimal edilmiş... Ortaya çıkan sıkandallar belki de aysberkin görünen kısmı... Bilemiyorum artık... Ama bu kurumda kendilerinden her türlü melanetin beklenebileceği oldukça kaşarlanmış tiplerin olduğu anlaşılıyor... İnşallah bu vesileyle iyi bir neşter atılır bu kuruma... İnsanlarımızın güvenini tekrar sağlamak için cesaretle gitmek gerekiyor olayların üstüne...

Bu konuya niye değindim şimdi? ÖSYM sıradan bir kurum değil... Milyonların bel bağladığı, ağzına baktığı bir kurum... Kul hakkı üzerinde en fazla titrenmesi gereken kurum... Ve de en önemlisi... Cumhuriyet Türkiyesinin yaratabildiği ender kurumlardan biri... Bu gün ülkemizdeki köklü ve geleneği olan kuruluşların hemen hemen hepsi Osmanlı'dan miras bize... Harbiyesi, hariciyesi, tıbbiyesi, mülkiyesi hep Osmanlı'dan miras kurumlar... Ama ÖSYM yeni bir kurum olmasına rağmen temelleri sağlam atılmış bir kurumdu... Oralarda torpil, kayırma, kopya gibi işlerin olabileceği kimsenin aklına gelmezdi... Hiç bir milletvekili, hiç bir bakan "hamili kart yakınımdır" diye birilerini göndermezdi oraya... En azından böyle bilinir, böyle algılanırdı... Ama son kopya sakandalı altüst etti her şeyi... İmajı zedelendi bu güzide kurumun... Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır... Ama yine de elden ne geliyorsa yapılması lazım... Kurtarılması lazım bu kurumun imajı... Kurtarılabildiği kadar... Zira kolay olmuyor kurumsal yapıların tesisi... Yapması zor ama yıkması çok kolay...

Ülkemizde ciddi bir dejenerasyon süreci yaşanıyor... Yılların birikimiyle oluşmuş köklü kurumlar çatırdıyor artık... Hariciye, maliye, mülkiye bu hale geldi maalesef... Gelenekler, teamüller işlemez oldu bu kurumlarda... Askeriye de farksız... Ülkemiz kalkınıp geliştikçe daha da mükemmelleşmesi gereken bu kurumlar, geçmişini mum ışığıyla arıyor şimdilerde... Yeni oluşturduğumuz kurumlar ise hiç istikbal vaadetmiyor... Son on yılda 8-10 tane yeni kurum oluşturuldu... Çoğunluğu üst kurul niteliğinde bu kurumların... Ama bakıyorsunuz Rekabet Kurumu dışında kurumsal bir yapıya kavuşmuş bir tek kurum göze çarpmıyor... Yüksek maaşla ayakta duran derme çatma yapılar çoğunluğu... Durum bu iken ÖSYM'nin de elden gitmesine gönül razı olmuyor... Dur demek lazım... İzin vermemek lazım... Bişeyler yapmak lazım...

Her şeyden önce de ÖSYM'yi eski saygınlığına taşıyacak yeni bir başkan... Saygın ve bilge bir şahsiyet... Vekaleten falan değil, asaleten... Hemen, derhal... Siyasi nüfuzu ağır basanların ağzı sulanmadan...

21 Eylül 2010 Salı

Okullar açıldı, herkes ödev başına!

Okullar dün açıldı malumunuz... Biz gibi çocuklu ailelerin okul telaşesi çoktan başladı bile... Neyse ki kitap bulma koşuşturmacası yok artık... Okulun ilk günü kitaplar teslim ediliyor öğrencilere... Neydi öyle eskiden... Saatlerce kitap kuyruğuna girilir, elindeki listenin temin edilmesine çalışılırdı... Mutlaka bir veya iki kitap da eksik olurdu ha... Gel de bul bulabilirsen bunları... Dolap beygiri gibi şehir sokaklarında dön babam dön iki kitap uğruna... Bu konuda yapılanlara gerçekten müteşekkirim... Basit bişey ama bir o kadar da anlamlı...

Defter işi de kolay artık... Eskiden niye o kadar pahalıydı bu defterler anlayamıyorum... Şimdilerde hem ucuz, hem de çeşit çeşit... Erişimi kolay anlayacağınız...

Defter kitap işi hallolunca işler tamam sanmayın... Boş bırakırlar mı biz velileri hiç? Servisti, yemekti, kurstu, etkinlikti derken sürüyle yapacak yeni işler bulmuşlar bize... "Boş bırakmaya gelmez bu veliler" gibisinden bir anlayış hakim anlaşılan... En zoru da defter kitap kaplaması... Oldum olası illet olurum şu kaplama işine... Aha şuracıktan sesleniyorum milli eğitimimizin en mümtaz yetkililerine... Bir iyilik yaptınız bari tam yapınız lutfen... Kaplık gerektirmeyen bir kitap kapağı tasarlarsanız ne kadar daha dua alacağınızı tahmin bile edemezsiniz... Kapakların üzerine jelatin gibi bişey mi preslersiniz bilemem orasını artık... Ama yapın bişeyler ne olur... Kurtarın bizi bu kitap kaplama işgencesinden... İki çocuk, toplam kırk civarında defter kitap... Düşünmesi bile tüylerimi diken diken ediyor... Küçüğün öğretmeni talimatı vermiş bile, hafta sonuna kadar bitecekmiş kaplık işleri... Kitaplar kırmızı şeffaf, defterler mavi şeffaf olacakmış... Başka emriniz?.. Neyse ki Günsel öğretmenin daha bu blogdan haberi yok!..

Diyeceksiniz ki size ne, kaplasın çocuklar kendileri... Haklısınız... Demesi de kolay... Ama alacağınız yok... Bizde mi arıza var, yoksa bizim çocuklarda mı bilemiyorum ama bu iş bizim elimize bakıyor... Homurdanmanın, nazlanmanın alemi yok, eninde sonunda biz yapacağız bu işi... Tıpkı daha önceki yıllarda olduğu gibi... Haa bu kadar sızlanmaya ne gerek var, kaplayıverin olsun bitsin, öbür ucu topu topuna kırk defter kitap değil mi diyebilirsiniz... Haklısınız ama gerçekten sevmiyorum bu işi... Hele binbir zahmet yapıp edip son bandı yapıştırdıktan sonra bir de bakmışsınız ki kapağın bir ucu gerilmiş... Hadiii sök gerisin geri bütün bantları... Düşünmesi bile bi kabus...

Bir blog arkadaşımın şiirlerinin birinde geçerdi, "ben hiç çocuk olmamıştım aslında" diye... Tam tersi bizim çocuklar hiç büyümeyecek galiba... Ya da büyümelerine biz izin vermeyeceğiz hiç... Ne zaman ki bizim çocuklar kendi kitaplarını kaplamaya başlayacaklar, ben anlayacağım ki onlar büyüdü artık... Olur mu acaba? Görür müyüz o günleri? İyi de biz ne yapacağız o zaman? Onlar büyüdüğüne göre biz ne olmuş olacağız? En iyisi sızlanmayı bırakıp kaplamaya devam edelim... Hem de sonsuza dek...

15 Eylül 2010 Çarşamba

Dolmuş...

Keşke hazin bir kaza üzerine yazıyor olmasaydım bu yazıyı... Keşke onca vatandaşımızın ölümü sebep olmasaydı bu yazıya... Ama öyle olmadı işte... Haberlerde izlemişsinizdir, kırmızı ışıkta geçen sorumsuz bir dolmuş sürücüsü ondört vatandaşımızı ölüme götürdü... Çok acı bir tabloydu... İzlerken tüylerim diken diken oldu... Allah insanlarımızı böyle felaketlerden korusun...

Bu dolmuş işi zaman zaman kafamı kurcalar... Adamların kabalığı, kural tanımazlığı, arabaların pisliği falan değil kafamı kurcalayan... Ya da boşken yavaş gidip adamı uyuz etmeleri, her gördüğü yayaya potansiyel müşteri edasıyla korna çalmaları, başka yolcu alacak boşluk kalmayınca da adeta kanatlanmaları falan değil kafama takılan... Bunlar veri artık... Binerken eli mahkum kabulleniyorsunuz bunları... Bir dolmuş güzergahında araba kullanıyorsanız, her an bir dolmuş tarafından sıkıştırılabileceğinizi falan da biliyorsunuz... Bunlar kanıksadığımız şeyler... Sürprize açık bir tarafı yok yani...

Asıl meseleye geçmeden önce bu dolmuş rantına da bir değinmek istiyorum... Hasbel kader bir dolmuş ruhsatı almışsanız sonsuza kadar bir imtiyazın üzerinde oturmuş oluyorsunuz... Ne tatlı bir kazançtır bu böyle... Dolmuş eskiyor, sahipleri değişiyor ama plaka imtiyazını koruyor... Hem de sonsuza kadar... Var mı böyle bişey ya?.. İmtiyaz dediğiniz şey süreli olur... Bir ihaleyle falan verilir... Kamu yararı gözetilir... Ama dolmuş ve takside durum farklıdır... Sanırım özel halk otobüslerinin bir kısmı da böyle... Sonsuza kadar size çalışır bu araçlar... Sıkıldınız mı bu işten?.. Kolayı var... Satarsınız bir kaç trilyona, yedi sülalenizi besler aldığınız para... Nasıl olsa zamanında akıllıca bir yatırım yapmışsınız...

Asıl meseleye geliyorum şimdi... Tamam dolmuşçulara kaptırmışız yakamızı... İptal edemiyoruz imtiyazlarını... Ya da siyaseten yanaşamıyoruz buna... Odaları, federasyonları falan var... Örgütlüler yani... Koku almayı da iyi beceriyorlar... Belediye seçimlerinde kazanacak adayları iyi tahmin edip zamanında yatırımlarını yapıyorlar... Doğru zamanda doğru pozisyon alıyorlar yani... Tamam o zaman... Anlaştık, bunlarla yaşamak zorundayız... Ama biraz regüle edilemez mi bunlar?.. Disipline etmek çok mu zor bunları? En basitinden kullandıkları arabalara bir standart getirilemez mi? Ne bileyim koltuk ebatı, koltuk aralığı, kliması, tavan yüksekliği falan işte... Çok mu zor bunlar?

Şahsen ben zaman zaman binerim dolmuşlara... Sanırım bir düzenleme var ki, hepsinde şoför hariç 14 koltuk bulunur... En azından bizim Ankara'dakiler böyle... Ama garip olanı şudur: Her biri minnacık olan 14 koltuk toplam boşluğun üçte birine sıkıştırılmış, kalan üçte ikisi ise boş bırakılmış... Sanki düğün salonu da oyun oynama alanı gibi... Yani aslında araba ayakta yolcu taşımak üzere dizayn edilmiş... Madem öyle, niye bu 14 koltuk şartı var... Ya da bu 14 koltuk şartını koydun, niye izin veriyorsun bu yarıdan fazlası koltuksuz olan ucube arabalara... Kural varsa uygula, ya da kuralı kaldır... Ama olmaz bir türlü... Yıldan yıla ebatı büyür bu arabaların... Ama koltuk sayısı hiç değişmez, hatta ebatı küçülür bile... Geçenlerde rastladım, Deutz-Magirus (ismini yanlış yazmış olabilirim ama Anakar'daki hakim dolmuş markası) marka aracın yeni modeli çıkmış, dolmuş olarak kullanılıyor... Otobüs sanki... İnanılmaz büyüklükte... Ama bu da 14 koltuklu... Görünce bu kadarına da pes dedim doğrusu... Peki görmüyor mu görevliler bu çarpık durumu? Görmez olur mu hiç? Görüyorlar da işte... Kör, sağır ve dilsizler... Ne diyeyim ben şimdi...

Şehircilikte toplu taşıma önemli iştir... Anladım, modern yöntemlerle yapamıyoruz bunu, adına dolmuş dediğimiz ucube yöntemlerle yapmaya çalışıyoruz bu işi... Tamam, bari biraz disipline edelim bu yapıyı... Standartlar koyalım ve sıkı denetimler getirelim... İnsan canı söz konusu bu işte... Gözünü para hırsı bürümüş sorumsuzların insafına bırakmayalım bu canları... Görevimizin gereğini yapalım kısacası... Ki, ölmesin insanlar...

14 Eylül 2010 Salı

Geçti gitti işte...

Referandum nihayet bitti... Sonucu çok önemsememiştim zaten... Olaya kara veya ak penceresinden hiç bakmamıştım... Umarım etraftaki seçim havası da en kısa zamanda dağılır ve bunun getirdiği derin ayrışma son bulur... Zira sevmiyorum kamplaşmaları... Nedense ülkemde derin bir güvensizlik hakim... İnsanlarımız kuşkuyla bakıyor birbirine... Biri diğerini eğitimsiz, lümpen buluyor... Herkes kendi bakış açısını tek doğru olarak görüyor... Halbuki tek doğru diye bir şey yok... Herkesin doğrusu kendine... Yeter ki dayatma olmasın...

Referandum sonuçları bana göre normal... Sürpriz değil yani... Her zaman sokaktaki insanı önemserim... Onun ne düşündüğünü öğrenmeye, anlamaya çalışırım... Sokaktaki vatandaş Tayyip Erdoğan'a güvenmeye devam ediyor... Özellikle AKP veya Ak Parti demedim de Tayyip Erdoğan dedim... Zira o kunuda net bir fikrim yok... Yani kurumsal olarak AKP'nin bir benimsenmişliği var mı bilemiyorum... Ama vatandaşımızın Tayyip Erdoğan'a teveccühünü net olarak görebiliyorum... Bu kolay bir şey değil... Takdir etmek gerekiyor Tayyip Erdoğan'ı... İki seçim dönemi geçmiş hala dimdik ayakta... Üçüncü seçimi de güçlü şekilde kazanacağından şüpheniz olmasın... Türk siyasi tarihinde bu başarının başka bir örneği yok gibi...

Bu başarıyı değişik şekillerde izah edebilirsiniz... Kömür dağıttı, makarna dağıttı, buzdolabı dağıttı falan diyebilirsiniz... Amerika destekledi, AB destekledi falan da diyebilirsiniz... İtirazım olmaz... Ama yiğidin hakkını teslim etmek gerekir... Neyle izah ederseniz edin bu bir başarıdır... Hem de büyük bir başarı... Türkiye'de üç dönem üst üste seçim kazanmak büyük marifet ister... Bunun tılsımı nedir bilemiyorum... Zira yurdum insanı tez sever, çabuk bıkar... Normal koşullarda bu aşk şimdiye bitmiş olması gerekirdi... Tayyip Bey'den usanmış olması gerekirdi Türk insanının... Ama olmadı nedense... Bıkmadı halkımız... Sanırım insanımız ilk defa kendinden görüyor başbakanı... Ve önemsiyor bu özelliği... Mendereslerin, Demirellerin, Özalların, Ecevitlerin de belki kendilerine benzeyen çok yönleri vardı... Ama mutlaka benzemeyen bir tarafları da vardı... Örneğin Ecevit... Rahmetli "Halkçı Ecevit" olarak bilinirdi ama Robert Koleji mezunuydu... Robert Koleji mezunu biri ne kadar halktan olabiliyorsa, rahmetli de o kadar halktandı yani... Sanırım Tayyip Bey'i katıksız halktan biri olarak görüyor vatandaşımız... Belediyeye işçi olarak girmiş biri, toprak sahalarda top tekmelemiş biri... Her neyse...

Kılıçtaroğu hakkında net bir kanaate ulaşmış değilim... Çok uğraştı, çok çalıştı tamam... Ama ne kadar sistematikti bilemem... Türkiye koşullarında siyaset yapmanın inceliklerine ne kadar vakıf bilemiyorum... AKP'nin bu konudaki uzmanlığına şapka çıkarmamak mümkün değil... Ama CHP ve Kılıçtaroğlu konusunda net bir şey söyleyemiyorum... Örneğin niye genel af çağrısında bulundu Kılıçtaroğlu anlamış değilim... Konjonktürel olarak bunun bir getirisinin olmayacağını, bilakis oy kaybettireceğini bilmesi gerekirdi diye düşünüyorum... Hele bir siyasetçinin seçmen kaydını takip etmemiş olmasını anlamak mümkün değil... Bunu hiç bir şekilde izah edemezsiniz... Sanırım bu konu ileride çok başını ağrıtacak Kılıçtaroğlu'nun... İyi malzeme verdi rakiplerinin eline... Seçim meydanlarında "kendi oyuna dahi sahip çıkamayan" diye başlayan nutuklar duyarsanız şaşmayın... Net bir kanaate ulaşmamış olsam da Gandi hareketi bitmiştir demiyorum henüz... Kılıçtaroğlu'nun saflığı, temizliği ve çalışkanlığı mutlaka karşılık bulur bu ülkede diye düşünüyorum...

Bahçeli'nin işi çok daha zordu bu seçimlerde... Hayır safında yer almasını anlayabiliyorum... Ama bunu seçmenine izah etmesi zordu... Gerçekten de zor oldu galiba... Zira seçmeni pek takmışa benzemiyor Bahçeli'yi... Bundan sonraki seçimlerde işi daha da zor olacak Bahçeli'nin...

Evet, seçimler bitti... Sonuç inşallah ülkemiz ve insanlarımız için hayırlı olur... Ayrışma ve kamplaşmanın bir an önce son bulmasını diliyorum... Bu ülke bizim ve hepimizin... Birlikte yaşamaktan başka bir seçeneğimiz yok gibi... O halde birbirimizi üzmek niye... Kardeşçe yaşamak varken...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Militan olabilmek...

Referanduma sayılı günler kaldı... Hala bitaraf vaziyetteyim... Televizyonlarda evetçileri izliyorum, gönlüm evete kayıyor... Hayırcılara kulak veriyorum, içimde bir hayır isyanı kükrüyor... İki taraf arasında salınıp duruyorum... Başbakanımızın ifadesiyle tam bir "bitaraf" durumundayım anlayacağınız... Haliyle güçlü bir bertaraf adayıyım... Her zamanki gibi yine bertaraf olacaklardanız anlaşılan...

Aslında bu paket için niye sandığa gitmek zorunda kaldığımızı da anlayabilmiş değilim... İki maddeyi saymazsak anayasal düzenleme yapmeyı gerektirecek bir şey göremedim ben pakette... Neymiş kamu denetçiliği geliyormuş... İdari uygulamalardan şikayetçi olan vatandaş bu kuruma başvuracakmış... Şu an şikayetimizi başbakanlığa, meclise veya diğer birimlere yazamıyor muyuz sanki? Yazıyoruz da bir sonuç alamıyoruz... Şu kanunun, şu yönetmeliğin bilmem ne maddesi gereğince şikayetiniz konusunda yapacak bir işlem bulunmamaktadır... Haklısın da alacağın yok gibi... Değişen ne olacak peki? Yine aynısı... Bu defa da "yapacak bir işlem bulunmamaktadır" cevabını bu yeni kurumdan alacağız... Ha hiç mi faydası yok? Olmaz olur mu... Üç beş arkadaşa üst düzey atama imkanı doğmuş olacak... Adaylar şimdiden belirlenmiştir bile... En azından birileri sulanmaya başlamıştır çoktan...

Neymiş kadınlara, şehit yakınlarına ve gazilere pozitif ayrımcılık imkanı getiriyormuş paket... Sanki bu kitle yararına bir şeyler yapmaya çalıştınız da, birileri "eşitliğe aykırı, yapamazsınız" dedi... Siz de anayasaya baktınız ve kanun önünde herkes eşittir yazdığını gördünüz... Zaten anayasal eşitliği bozacak hiç bir şey yapmadığınızdan eliniz kolunuz bağlı kalakaldınız öylesine... TOKİ yıllardır şehit yakınlarına çok uygun koşullarda ev veriyor... Birileri niye ayrımcılık yapıyorsunuz diye TOKİ'nin kapısına mı dayandı bu güne kadar? Geçiniz bunu... Dostlar alışverişte görsün misali...

Maddelerin çoğu bu türden şeyler... Yani çağdaş bir devletin rutin uygulamaları kapsamındaki şeyler... Bunun için anayasal düzenleme yapmaya hiç gerek yok... Ha bir de 12 Eylül darbecilerinin dokunulmazlığı kalkıyormuş... Yani doksan küsur yaşındaki Evren'den hesap sorulacakmış... Külahıma anlatın siz onu... Uyanın da balığa gidelim... Zamanaşımı denen bir şey var bu ülkede... O defterler kapanalı çok oldu...

Gelelim şu iki maddeye... Üzerinde fırtına kopartılan maddelere... Yani anayasa mahkemesi ile HSYK üyeliklerinin sayısının arttırılması maddesine... Dananın kuyruğu bu iki maddede kopuyor... Diğer maddeler dolgu malzemesi... Olsa da olur, olmasa da... Benim anlayamadığım da tam bu aslında... Anayasa mahkemesi ile HSYK'da on üye olsa ne olur, onbeş üye olsa ne olur, yirmi üye olsa ne olur? Üye olabilenler için çok şey olur, onu anlayabilirim... 65 yaşına kadar en kıyağından bir işi olmuş olur, makam odası olur, makam arabası olur, sekreteri olur, çok parası olur, havası olur, civası olur, vs... Bunlardan bana ne peki... Anayasa mahkemesindeki üye sayısının 11'den 15'e çıkmasına evet dersem demokrat sayılacağım, hayır dersem statükocu sayılacağım öyle mi? Bana kalırsa 5'e inmeli... Hem de derhal... Ne farkeder, ha 5 ha 15... Bari tasarruf edilmiş olur...

Bu iki madde hakkında kimse samimi konuşmuyor... Bu işin demokratlıkla falan alakası yok... Olay en yalın haliyle şudur... Efendim bu iki kurumdaki mevcut üyelerin kahir ekseni belli bir dünya görüşüne mensup militan ruhlu insanlardan oluşmakta... Yapılmak istenen de bunlara ilave olarak tam aksi istikametten yeni militanlar yerleştirmek bu kurumlara... Yani yine militan atıyorsunuz ama renkleri farklı... Olayın benim gözlüğüme yansıyan şekli bu... Bunun için bu kadar bağırıp çağırmaya ne gerek var anlayamıyorum... Ne AKP'yi anlayabiliyorum, ne de CHP'yi... MHP'yi hiçten anlayamaz oldum zaten... Devlet bey ne diye yırtıp durur anlamam... Mevcut militanlardan da sana bir hayır yok, gelecek olan militanlardan da... Sana ne o zaman milletin üyeliklerinden... Çekil kenara, fiyestanı yap keyfince...

Evet, ana fikir tam burada gizli... Militan olmak... Ya da militan olabilmek... Devletten yüksek beklentilerin mi var? Militan olacaksın o zaman... Yoksa avucunu yalarsın... Önce mizacına uygun bir görüş benimseyeceksin, sonra da o görüşün militanı olacaksın... Ölümüne o görüşü savunacaksın... Savunmak yetmez, empoze edeceksin... Yırtınacaksın... Korkutacaksın... Bu görüşün gayrisi karanlık diyeceksin... Militanlıkta ne kadar fark yaratırsan o kadar başarılısın demektir... İlk sıraya sen yazılırsın... İlk atamada sen akla gelirsin... İlk ihaleler senin yakınlarında kalır... Yoksa... Yoksa kaybolursun, unutulursun, hatırlanmazsın, yok farzedilirsin... Nasip, kısmet buymuş dersin... Çekilirsin köşene, küsersin... Küsersin makus talihine... Bertaraf olursun kısacası...

Kızmayın başbakana lütfen... Doğru söylüyor o... Kalmayın bi kenarda diyor... Safınızı seçin diyor... Sıklaştırın safınızı diyor... Salınıp durmayın orta yerde diyor... Sistemin işleyişini anlatıyor bize... Uyandırıyor vatandaşı aslında... Bertaraf olursunuz yoksa diyor... Bizi düşünüyor aslında...

Ama ben yapamıyorum... Takılıp kaldım orta yerde... Evete zıplıyorum, evet taşımıyor beni... Hayıra zıplıyorum, hayır taşımıyor beni... Bir elimi evete, diğer elimi hayıra yaslıyorum... İkisi birden itiyor gerisin geri beni... Kala kaldım orta yerlerde... Çaresiz ve yapayalnız...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Tatilin ardından...

Bahar, yaza hazırlık demek... Yazdan anladığımız da "tatil" galiba... Her tatil iyidir, ama yaz tatili bir başka iyidir... Hem ana baba ziyaretidir, hem de dinlenme vesilesi... Çocuklar için de iyidir tatil... Rutin teknoloji bağımlılığından birazcık olsun kurtulma fırsatıdır...

Evet, tatilimiz bitti... Kürkçü dükkanına döndük bu hafta sonu... Nedense yıl bitti gibi geldi bana... Yaz tatillerinden sonra hep böyle hissederim... Belki de kışı pek sevemeyişimdendir... Yaz tatili bittiğine göre kış kapıdadır gibi bir his...

Tatilde Anamur'daydık... Orada baba evinin yanı sıra şirin de bir yazlığımız var... Hem ana baba akraba ziyareti yapmış olduk, hem de deniz ve güneşten fazlasıyla istifade ettik... Bir ara sıcaklardan bir hayli bunaldık ama olsun... Zira deniz, kum ve güneş görmeye gittik oraya... Ata yurdunun deniz kenarı olması büyük şans... Ziyareti ve tatil gereklerini tek hamlede halletmiş oluyorsunuz...

Anamur, sakin bir yerdir... Ulaşımı birazcık zor olduğu için bakir kalabilmiş bir kıyı şehridir... Denizi temiz, doğal yapısı bozulmamıştır... Son yıllardaki yangınlara rağmen yeşili de hala boldur... Ama daha fazla dayanamayacak gibi gözüküyor Anamur... Son iki yıldır insan sayısında bariz bir artış gözlemledim... Kirlilikte de öyle... Nedense çok çöp üretir olduk... Dağ taş plastik atıklarla dolu... Her yer pet şişe ve plastik torba... Sanırım bu plastik kullanımı konusunda ulusal bir seferberlik ilan etmemizin zamanı geldi ve geçiyor... Yakında bu plastik atıkların arasında boğulup gideceğiz... Denizden de çok plastik atık çıkıyor... Kim, nereden atıyor bunları bilemiyorum... Sanırım gemilerdern atılıyor sorumsuzca...

Tatil sonrası iş adaptasyonu zor oluyor... Tatilin getirdiği atalet bir süre daha devam ediyor... Şu an böyle bir ruh halindeyim... İşteyim ama beynim uyuşuk... Biraz da Ramazan'ın etkisi var tabi... Bu yıl Ramazan başlangıcı da tam tatil dönüşüne denk geldi... Malum günler uzun ve havalar sıcak... Zor geçeceğe benziyor Ramazan... Olsun, bir şekilde gelir geçer... Tıpkı seri halde gelip geçen aylar gibi... Göz açıp kapayana kadar...

Tatil süresince bloglardan biraz uzak kaldım... Fırsat buldukça dostlarımın sayfalarını ziyaret etmeye çalışacağım... Eminim güzel şeyler döktürmüşsünüzdür...

Evet, tekrar merhaba derken; hepinizin Ramazan-ı Şerifini kutluyorum... Oruç tutalım tutmayalım hiç önemi yok... Yeterki ortak değerlerimiz olarak görelim böyle dini ve milli günlerimizi... Hoşgörüsüzlüğün değil, hoşgörünün adıdır Ramazan... Oruç tutan veya tutmayan farklı gözle bakmasın birbirlerine lütfen... Allah nezdinde kimin makbul olduğunu ancak Allah bilebilir... Mübarek günler ayrışma için değil, kaynaşma içindir... Hepinizi sevgi ve hürmetle selamlıyorum...

27 Temmuz 2010 Salı

Akdeniz...

Zaman zaman Akdeniz çağırır beni... Severim Akdenizi... Sıcaktır suyu... Tıpkı insanları gibi... Sevemedim diğer denizleri... Ege soğuk geldi, Karadeniz pek kararsız... Marmara ise hepten yabancı...

Yine çağırdı Akdeniz beni... Bir süredir suyun kıyısındayım... Adına ister tatil deyin, ister dinlenme... Memnunum halimden... Mümkün olduğu ölçüde gazete ve internetten uzak durmaya çalışıyorum burada... Bir nevi normalleşme gayreti... Hayatımızın vazgeçilmezi olmuş suniliklerden arınmaya çalışıyorum...

Ramazan'a kadar uzağım blogumdan... Bilerek ve isteyerek... Her ne kadar özlesem de... Görüşmek üzere...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Biraz da gülmek lazım...

Rahmetli büyük üstad Selahattin Pınar bir yandan beste yaparken diğer taraftan üç-beş kuruş kazanmak için bazı zengin çocuklarına musiki dersi verirdi.

Öğrencilerden biri bir gün,

- ''Hocam, sabahları aç karnına çiğ yumurta içmenin sesime çok faydası varmış. Ben bir haftadır bunu yapıyorum. Sesimdeki değişikliği fark ettiniz mi?'' diye sorar.

Selahattin Pınar,

- ''Oğlum, der.. İç... Hiçbir zararı yoktur!'' 
 
Bir süre sonra oğlan,
 
- ''Hocam, annem de çiğ yumurta sayesinde sesimin çok güzelleştiğini söyledi. Siz de farkındasınız, elbette..'' 
 
Selahattin Pınar çaresiz... Bet sesli oğlanı atsa olmayacak, ekmek parası...
 
-''Oğlum.. der. Yumurtanın zararı yoktur... içebilirsin.. .''

Çocuk hergün aynı konuya girince birgün rahmetli dayanamaz ve...


-''Ulan, eşşekoğlu eşek... der. Yumurtada keramet olsaydı, tavuk götü bülbül gibi öterdi!''

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Evet mi desem, hayır mı?

Başlık tam ruh halimi yansıtıyor... Eylül ayında referenduma gidiyoruz... Anayasamızın bazı maddelerini oylayacağız... Yamalı bohçaya dönen anayasamızı... Anayasa değişiklik paketi uzlaşmayla yapılamadı maalesef... İktidar partisinin dayatması gibi bir netice doğmuş oldu... Ben kararsız kaldım... "Evet mi desem, yoksa hayır mı desem" diye papatya falına bakıyorum...

Açıkçası pakete pek kafa yormadım... Nedendir bilinmez kayıtsız kaldım... Paket hakkındaki bilgim, gazete haberlerinden veya televizyonlardaki geyik programlarında söylenenlerden öteye gitmiyor... İktidara bakılırsa özgürlükler alanını genişleten bir paket, muhalefete bakılırsa yargıyı kuşatma amacı güden bir paket... Bilmiyorum, belki de her ikisi...

Bir süredir ülkemin gidişatını beğenmiyorum... Her konuda muazzam bir ayrışma yaşıyoruz... Ortak paydalarımız kaybolup gitti... Ya da ortak payda oluşturmada başarısız olduk... Toplumumuz tam ortadan ikiye bölünmüş vaziyette... Birinin ak dediğine diğeri adeta kara diyor... İşin daha da korkuncu bu ayrışma yüzeysel bir ayrışma değil... Derin temelleri olan bir ayrışma... 12 Eylül öncesindeki sağ-sol bölünmüşlüğünün çok ötesinde bir ayrışma...

Ayrışmanın temellerine ilişkin sosyolojik veya felsefi bir çok analiz yapmak mümkün... Yapılıyordur da zaten... Bu konuların uzmanı değilim... Fazla da aklım basmaz bu konulara... Sadece gördüklerimi, hissettiklerimi yazmaya çalışıyorum... Ayrışmada "inanç" konusu belirleyici galiba... Bir kesimimiz inanca dair olanları hayatımızın merkezinde görmek istityor, diğer kesimimiz ise hayatımızda inanca dair hiç bir şey görmek istemiyor... Bu cümleyi biraz bilinçli şekilde yazmaya çalıştım... Özellikle "hayatımız" kelimesini kullandım... Birinci çoğul yani... Bundan kastım şudur... İnanca dair istediğimiz veya istemediğimiz konularda sadece kendimizle yetinmiyoruz, kendi dışımızda kalan başkaları için de aynı şeyi istiyoruz... Yani kendi dünya görüşümüz paralelinde tek düze bir toplum modeli özlemine sahibiz... Bu da ister istemez çatışma kültürüne neden oluyor... İşletme derslerinde gördüğümüz "kültür çatışması" veya "kültürsüzlük" durumunun toplumsal modeli gibi bir şey...

Yaşadığımız bu inanç temelli ayrışma o kadar ileri boyutlara ulaşmış ki, içimizdeki Atatürk sevgisi veya sevgisizliğinde bile bunu görmek mümkün... Atatürk'ün laisizim konusundaki fikir ve uygulamaları, O'nu seven kesimde en fazla yüceltilen veya kutsanan değerler olarak dikkati çekmekte... Aynı şekilde (yüksek sesle telaffuz edilemese de) Atatürk'ü sevememiş veya içselleştirememiş kesimin de O'na en büyük itirazı laisizim temelli konularda göze çarpıyor...

Evet, batılı toplumlarda kaynaştırıcı bir ortak payda olabilen din, bizim toplumumuzda tam tersi bir durum yaratmıştır... Toplum, "dini referans alan" ve "dinden alerji duyan" şeklinde tam ortadan ikiye bölünmüş vaziyettedir... Bu bölünmüşlük o kadar da basit bir bölünmüşlük değildir... Ya da elit ve lümpen kesimin eşyanın tabiatından kaynaklanan ayrışması hiç değildir... Belki de bir toplum yaratma projesinin orta-uzun vadeli sancıları ya da başarısızlığıdır... Teşhisiniz ne olursa olsun, ortada ortak payda değerleri oluşturulamamış, olabildiğince ayrışmış bir toplumsal yapı olduğu gerçeğini değiştirmez...

Bu ayrışık yapıyı pekiştiren pek çok faktör sayabilirsiniz... Anayasal kurumların ve ordunun tepesinde yer alan kişilerin, aynı dünya görüşünden insanlar arasından itina ile seçilip atanması; bu kurumların aldığı kararlar hakkında toplumun bir kesiminde güvensizlik yaratmaktadır... Kararlarınızda istediğiniz kadar toplumsal faydayı gözettiğinizi düşünün, kendi homojen yapınız bu güvensizliği ortadan kaldırmaya engel oluyor... Yine iktidar partilerinin de büyük hataları olmuştur bu ayrışmada ve güvensizlikte... İktidar partileri genellikle çekirdek seçmen kitlesinin talepleri doğrultusunda icraat yapma ve söylemde bulunma eğilimindedirler... Bu da oy vermiş veya vermemiş geniş halk kitleleri nezdinde samimiyetsizlik ve güvensizlik olarak algılanmaktadır... Ak Parti (veya AKP) özelinde konuşacak olursak, yüzde 47 küsur oy alabilmiş bir parti toplumun genelini hiç bir zaman için samimiyetle kucaklayamamıştır... Bilinç altında hep bir "öteki" olagelmiştir... İcraatlarında, söylemlerinde yüzde 7-8'lik bir tabanın beklentileri hep ön planda tutulmuştur... Üst düzey bürokrat atamaları bu konuda çok belirgindir... Dindar olmayanın veya dindar gözükmeyenin bu konuda neredeyse hiç şansı yok gibidir...

Evet, bu ve benzer hatalar toplumumuzu bu günkü ayrışmış yapıya götürdü... Düzelir mi peki? Bilemiyorum, pek de umudum yok açıkçası... Farklılıklarımızın bir zenginlik olduğunu kavramamız ve bunu içselleştirmemiz  o kadar kolay değil maalesef... Bir geçiş toplumu olmamızın sancıları daha uzun süre hissedilecek gibi... Geniş halk kitlelerinin içinde bulunduğu fakirlik, eğitimsizlik ve mesleksizlik bu sürecin daha da uzamasına neden oluyor... Bu ayrışmayı besleyen uluslararası etkenler yok mu peki? Niye olmasın... Ama girmeyelim oraya... Önce içimize bir bakalım hele... Orada yapabileceklerimizi bir yapalım, sonra dışarıya bakarız...

Durum budur... Bu duygularla referanduma gidiyorum ben... Sağlıklı bir karar vermem beklenebilir mi benden? Evetçilere bakıyorum, haklı... Hayırcılara bakıyorum, onlar da haklı... Ama ben de haklıyım galiba... Sadece haklı olmak yeter mi peki?