25 Kasım 2009 Çarşamba

Kalp unutur mu...

Düzenli televizyon seyretmem ben... Sıradan bir zappingci sayılırım. Dün akşam "Bu kalp seni unutur mu" dizine gözüm takıldı Show'da. Daha önce de izlemiştim yarım yamalak bir kaç bölümünü... Dizi malumunuz 12 Eylül günlerini konu ediyor. 12 Eylül darbesi olduğunda henüz ortaokulu bitirmiş, liseye kayıt yaptırıp yaptırmamayı düşünüyordum... Düşünüyordum dediysem de, ailem düşünüyordu yani... O günleri kıyısından köşesinden yaşadım sayılır, yaşımın algılama ve hazmetme kapasitesi dahilinde... En somut hatırladığım şey, üç yıl boyunca lisenin giriş kapısında kimlik kontrolü yapan askerler sayılır... Bir de her katın koridorlarında ikişerli gruplar halinde gezinen soluk benizli askerler... Kemal Matbaası'ndan okul kapısına doğru ilerlediğimiz daracık sokakta mutlaka bir askeri araç park halinde beklerdi... Niye beklerdi, içindekiler ne yapardı hiç kafa yormamışım. Yaşanan sıkıntıları, haksızlıkları anlayabilecek yaşta değildim zaten...

Diziyi izlerken hüzünlendim. Bazen yaşadıklarıma... Bazen de yaşamadıklarıma... Aslında en çok yaşa(ya)madıklarıma üzüldüm... Sinan, Cemile, Kerim, Kürşat... Hele bir de Yıldız var ki... Eşi Metris'te yatıyor... Ama Yıldız eşinin mateminde kaybolup gitmemiş, davasının kavgasını veriyor her daim... Saç, baş, giyim, kuşam derdinde değil Yıldız... Bir yandan ekmek gavgası, diğer yandan da uğruna hayatını adadığı davası... Ama hayatı ıskalamadan... Gülünecek bir şey varsa, gülerek... Tiye alınacak bir şey varsa, tiye alarak... Öfkelenecek bir şey varsa, köpürerek... Hayat acısıyla tatlısıyla yaşanırken, dava mücadelesinden asla taviz vermek yok... Dava dediysem de sağ veya sol olmuş farketmiyor... İnanmış olmak asgari şart ama... İnanılan bir dava yani... Yıldızın sol kaldırımdaki kavgası ne kadar kutsalsa, Kürşatın sağ kaldırımdaki kavgası da bir o kadar anlamlı... Dizide bize benzer de bir karekter var, Gülümser... Onca olup bitenler, sıkıntılar umurunda değil Gülümser'in... Kuaförler, davetler, konserler.... Dolu dolu yaşıyor aklınca... Ama bir o kadar da boş...

Diziyi izlerken aslında utandım da... Günümüzü, kendimi, etrafımdakileri düşündüm... Herkes koşuşturuyor bir tarafta, ama sadece kazanmak için... Çok şeyimiz var ama gözümüz doymuyor... Davamız var güya, mücadelemiz yok... Riske atacak cesaretimiz yok... Mücadele edecek azmimiz yok... İnsanımız günlük geçim derdinin içine itilmiş gayet bilinçlice... Ne inancı var, ne davası... Ne de kavgası...

Uyanıp silkelenmek dileğiyle...

24 Kasım 2009 Salı

Öğretmenler günü...


Öğretmenler günü denince hep ilkokul öğretmenleri gelir aklıma… Kendi öğretmenlerimden çok da çocuklarımınkiler… Ortaokul ve lise öğretmenleri zoraki hatırlanır sanki… Sabahleyin yatak odamın penceresinden baktım karşıya… Emektar çiçekçi ender günlerinden birini yaşıyordu bu gün… Sıraya girmişti anneler… Yanlarında da minnacık yavruları… Çiçek buketini alan uzaklaşıyordu hızlı adımlarla… Belli ki öğretmenlerini daha fazla bekletmek istemiyorlardı… Pek baba göremedim minnacık yavruların yanında nedense… Bu görev anneye verilmişti sanki… Olsun, iş bölümü de gerekli verimlilik adına…

Ben bu satırları karalarken çoktan okunmuş olacak seçilmiş öğrencilerin seçilmiş şiirleri… Hiç zahmete girmeden, kafa yormadan google’dan seçilenler… Geçen yıl okunan “fedakar, cefakar öğretmenlerimiz…” şeklinde başlayan metinler bu yıl da tekrarlanmış olacak… Zengin semtlerdeki şanslı (!) birkaç öğretmene yine Cumhuriyet altınları takdim edilmiş olacak, iş bilir sınıf annelerinin organizatörlüğünde… Kale arkasındaki (Bentderesi) okulunda Nurten öğretmene yine ilaç firmalarının eşantiyon tükenmez kalemleri ve anahtarlıkları taşınmış olacak hediye diye… Bağlıca köyündeki (Etimesgut) Ayşen hocanın kısmetine ne düşer bakalım…

Öğretmenlik zor zanaattır… Sorumluluğu ve vebali büyüktür… Hakkı verilirse mükafatı da, onuru da bir o kadar fazladır… Öğrencilik öğrencilere bırakılamayacak kadar önemli bir süreçtir… Kenarda, kıyıda kalmış gizli yetenekleri keşfedip, arenaya itiverme sanatıdır öğretmenlik… Her sınıfta çalışkan 8-10 öğrenci vardır zaten… Bazısı yetenekli, bazısının anne babası yetenekli… Öğretmen, bunların azmini köreltmeden, bir 10 daha katıverendir aralarına… Arta kalan 10 mu? Bırakıverin onları kendi hallerine… Yapacak çok fazla bir şey yoktur onlar adına…

İlkokulu bir köy okulunda okudum… İki öğretmenim oldu… Okuma yazma dışında bir şeyler öğrendim desem yalan olur. Ha, bir de çarpım tablosunu ezberlemiştim, ama babamın gayretleriyle… Belki de o yılların koşulları, algılamaları böyleydi… Bilemiyorum… Ortaokul ve lisede gayretli öğretmenlere denk geldim bir şekilde… Sorumluluk sahibi matematik ve Türkçe (edebiyat) öğretmenlerim oldu hep… Bu gün yediğim ekmekte onların büyük katkısı olduğunu düşünürüm daima… Kendimi şanslı hissederim… Onlara şükran duyguları beslerim hep… Emeği geçen öğretmenlerimden Allah razı olsun…

Çocuklarımın öğretmenlerine baktığımda umutlarım daha da artıyor… Onları daha bir azimli görüyorum… Daha bir donanımlı öğretmenlerimiz artık… Ve de sorumluluklarının bilincinde…

Bütün öğretmenlerimizi saygıyla selamlıyorum…

23 Kasım 2009 Pazartesi

Writing for dummies…

Bildiğiniz üzere zaman zaman bu platformda geçmiş deneyimlerimden kesitler aktarıyorum… Daha önce matematik dersinin önemi üzerine ahkam kesmiştim :)) Bu defa “yazım kabiliyeti” konusunda bir şeyler karalamayı düşünüyorum… Yine hedef kitlem ilkokul 6, 7 ve 8. sınıflar olacak. Yani ortaokul öğrencileri… İlkokul beşinci sınıfa kadar olan çocuklar için ailenin katkısını gereksiz buluyorum. Hatta zararlı… Ailenin gerekli gereksiz çocuğun derslerine müdahalesi, çocukta aileye bağımlılık sendromuna neden oluyor. Anne baba olmadan çocuk kalem oynatamaz bir duruma geliyor…

Okullarımızda maalesef sistematik bir yazı yazma tekniği verilemiyor. Pek nadir öğrenci içerik ve görsel açıdan düzgün yazı yazabiliyor. Bunun bir çok nedeni olabilir. Ben fazla kafa yormadım… Tanıdığım pek çok öğretmeni de bu konuda yeterli bulmadım. Yani öğretmenlerimizde de ne yazık ki sorunlar çok. İyi yazı yazan kişilerin, çok kitap okuyan kişiler olduğunu gördüm genellikle… Bir nevi görsel yetenek kazanımı… Okuya okuya nasıl yazıldığını farkında olmadan öğrenmek gibi bir şey… Eğer çocuğunuz gerçekten okuyabiliyorsa, sorun yok gibi… Çocuğunuz yazma konusunda da çok kötü olmayacak demektir… Ama çocuk okumuyorsa işiniz zor demektir. Mesela oğlum gibi…

Bu konuda ne yapılabilir acaba… Anne babaların önünde çok az süre var… Liseye gelinceye kadar bir şeyler yaptınız, yaptınız. Yoksa lisede bu işler çok zor. Nedenlerine girmeyeceğim ama lise düzeyindeki bir öğrenci üzerinde ailenin yapabileceği pek bir şey yok gibi… Ben iki yıldır şöyle bir şey yapıyorum… Dediğim gibi oğlum okumayı sevmiyor ve yazısı (kompozisyon da diyebilirsiniz) kötü… Zaman zaman oğluma yazılar yazdırıyorum… Bir konu seçiyorum ve ben söylüyorum, o yazıyor… Örneğin “sonbahar” konusu, “tatil” konusu, “sokak köpekleri” konusu… Bazen de onun bizzat yaşadığı bir şey… Aklınıza ne gelirse yani… Sıkılıp bıkmasın diye yarım sayfayı geçmiyoruz genellikle… Ama her yazıda mutlaka kısa bir giriş cümlesi, en az bir iki tane gelişme cümlesi ve yine mutlaka bir sonuç cümlesi… Bu yöntem bir hayli işe yaramış gözüküyor… Bazen “sen söyleme, devamını ben yazabilirim” diyor… Yazdıkları da fena sayılmaz ha… Ama bu konuda zorlama yapmıyorum… Biraz yazı yazalım mı diye soruyorum… Uygun moddaysa başlıyoruz. Zaten biliyor ki, yarım sayfayı geçmeyecek… Pek bir direnç göstermiyor yani… Yazı yazarken yazının görsel düzgünlüğüne önem veriyorum… Noktalama işaretlerinin önemine sürekli vurgu yapıyorum. “de”, “da”, “ki” ayrımlarına yazıda sürekli vurgu yapıyorum. Mümkün olduğu ölçüde tırnak işareti, noktalı virgül, ünlem gibi noktalama işaretlerini de kullanıyorum ki, çocuk bunların sadece kitaplarda bulunmadığını bilsin… Daha önce de belirttiğim gibi, bu yöntem oğlumda oldukça işe yaramış gibi gözüküyor… Bu konudan muzdarip arkadaşlarla paylaşmak istedim… Ama kilit nokta, çocukta bıkkınlığa yol açmayacak bir yöntemle bu işi yapabilmek… Sakıncası mı? Evet, var… Çocuk, yazı yazma konusunda özgün bir tarz geliştirmeyip, sizi taklit etmiş oluyor… Ama olsun… Zaten bu konuda gerçekten kötü olan çocuklar için bunu öneriyorum… Onların özgün tarzının gelişmesini bekleyene kadar, kurbağaların gözü çoktan çıkmış olabilir…

Mutluluklarınız daim olsun…

18 Kasım 2009 Çarşamba

Bir okul gördüm dün, ağlıyordu için için…


Ağaçların arkasına gizlenmiş, mahcup bir şekilde ağlıyordu okul… Mağrurdu gayet ama yine de yediremiyordu göz yaşlarını kendine… Künyesinde 1859 yazıyordu… Zaten izbe duvarları da daha fazla saklayamıyordu ilerlemiş yaşını… Akıp giderken yıllar; kah mektep olmuş ismi, kah okul… Sonunda fakülte demişler bir gün… Yıllarca bulunduğu semte değer katmış… Adres tariflerinde hep referans olmuş… Önünden geçen körüklü Ikarus otobüslerinden hep iç geçirerek bakmış gençler ona… Ah bir kazanabilsem demişler imrenerek…

En başarılı gençleri ağırlamış yıllarca… Bir o kadar da vatansever… Para pul hiç akıllarına gelmemiş Anadolu yiğitlerinin… Parolaları hep hizmet olmuş… Devlet adamı olmaktan başka hiçbir idealleri olmamış… Saygın hocalar yetiştirmiş, her birinin ismi dünyaya bedel…

Gün gelmiş algılar değişmiş güzelim ülkemde… Devlet adamlığı, vatan aşkı pek soyut kalmış bu alemde… Para, pul hükümranlığını ilan etmiş her bir köşesinde yurdumun… Özel okullar fışkırmış her bir yanında toprağımın, sözde bilmem ne vakfı adı altında… Aklını çelmişler vatan evlatlarının… Bursları, maddi imkanları seferber etmişler önlerine… Hocalarımı da ayartmışlar bir şekilde… Transfer etmiş onları, gözü dönmüşler…

Kanmış vatan evlatları… Belki de düzene ayak uydurmuşlar… Uğramaz olmuşlar gözü yaşlı okuluma… Vasatlara kalmış meydan, bütün ruhsuzluğuyla… Şöyle bir kolaçan ettim etrafı… Tarihi çanı aradı gözlerim… Neyse ki duruyordu yerli yerinde, büyük anfi tarafında… Yeni yeni kantinler, kafeteryalar açılmıştı değişik köşelerde… Eski ahşap kapılar gitmiş, yenileri gelmiş… Emekli hocaların isimleri alt alta dizilmiş yine… Pala bıyıklı ayakkabı boyacısını göremedi gözlerim… Olsun dedim, sevememiştik zaten… Hep MİT’çi diye şüphelenirdik kendisinden… Ama eksikti bir şeyler… RUH… Evet ruh yoktu artık… Her şey ruhsuzdu… Göz yaşları da bunun içindi zaten… Ruh olmadan tat olmuyor hiçbir şeyde… Recep amcanın bakırdan cezvede yaptığı kahveden de bir tat alamadım nedense… O da ruhsuz geldi bana… Halbuki ne de severdik o kahvenin tadını… Beşer dakikalık kısacık teneffüslerde… Sulhi gözüktü birden, elinde çay tepsisiyle… Yok babam yok dedi, iç geçirerek… Çok değişti buralar… Tadı yok artık… Teselli edecek bir şeyler mırıldanmaya çalıştım ama… Dinleyecek mecali yoktu Sulhi’nin… Uzaklaşıverdi istemeye, istemeye… Sanırım göz yaşlarını gizlemeye çalışıyordu…

Şanlı marşımız geldi aklıma birden… Ne de yürekten söylerdik, hep bir ağızdan…


Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Gül ki sen, neş'enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Bir güneştin bir zamanlar, aya kadar kaldındı dün,

Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bu gün;

Benzin uçmuş bak, ne rüya'dır, bu akşam gördüğün?

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Beklesin Türkoğlu'nun azminde kuvvet bulmayan,

Sel durur, yangın söner elbette bir gün Ey Vatan.

Süslenir, oynar yarin, dün ağlayıp matem tutan,

Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.


Yok, yok olmuyor… Olmuyor… Hiçbir şey eskisi gibi değil… Tatsız, tuzsuz ve yavan… Çünkü ruhsuz…

İçinizi kararttımsa özür dilerim… Esen kalınız…

17 Kasım 2009 Salı

Güzel kadınlar hep aptal mı olur...

Yazımın başlığına bakıp güzel kadınlar konusunda ahkam keseceğimi düşünmeyiniz lütfen... Zaten oldum olası genelleme yapmaktan kaçınırım, hatta her konuda genelleme yapan tiplerden de tiksinirim... Ama malumunuz bütün dünyada genel bir "aptal sarışın" tiplemesi vardır... Buradaki "sarışın" aslında "güzeli" temsil eder... Her neyse konuya döneyim ben en iyisi...

Geçenlerde bir gazetede "Güzel kadın yazamaz" başlıklı bir makaleye gözüm takıldı... Allah allah dedim kendi kendime... Çirkin yazar da güzel niye yazamasın ki falan diyerek makaleyi okumaya başladım... Ya da böyle bir çizgi erkekler için de çekilebilir mi acaba diye düşünerek makaleyi okudum... Şimdi makaleden bir bölümü yorumsuz olarak aşağıya alıyorum. Yorum sizin...

"Yazarlık içinde acı barındırır. Sancılar vardır, sanrılar... Yüzüne, gözüne, giydiğine dikkat edenlerin işi değildir edebiyat. İtilmişlerin, ötekilerin, ezilmişlerin, mağdurların sığındığı bir limandır edebiyat. Bak etrafına yanılmadığımı göreceksin. Hatta erkekler için de geçerlidir bu durum. İstenen, arzulanan, hayran olunan erkek değildir yazı yazan. Öyle olmak için yazar. Şairlerde durum daha da açıktır aslında..."

Ben kendi yorumumu kendime yaptım bile... Ya sizin yorumunuz...

Esen kalınız...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Bloglar arası salınım...

Bir süredir bloglar arasında gezinip duruyorum. İlginç bulduğum bir yazıyı okurken gözüm yorumlara takılıyor mecburen. Bu defa da o yorumcunun biloguna geçmişim aniden… Oradan da öbürüne… Bazen de öyle bir blog çıkıyor ki karşına, baştan sona ne kadar yazı varsa okuman gerekiyor hepsini…

Bloglara takılmaya başladıktan sonra günlük hayat akışım oldukça değişti… Daha bir asosyal oldum sanki. Okuyorum da okuyorum… Bazen hüzünler alemine dalarak, bazen de kırılası gülerek… Günlük işlerimi de oldukça aksatmaya başladım tabi ki… Bu gidişle kapı önüne koyuverecek beni devlet baba…! Ama olsun… Pişman değilim hiç… Çok şey öğreniyorum bu alemden… Değişik insan profilleri görüyorum orada… Taa uzaklarda, ama bir o kadar da yakınlarda…

Meğer aramızda dolaşan hanımlar arasında ne kadar da beceriklileri varmış… Envai çeşit el işi [veya bir blogçu arkadaşın deyimiyle “ıvır zıvır işleri” :))] örnekleri gördüm bu alemde… Her birini kıskanarak inceledim. Yeteneklerine ve yaratıcılıklarına hayran kaldım doğrusu… Önceleri bu işlerin sadece bizim ülkemizde yapıldığını sanıyordum… Yanılmışım meğer… Yunanistan’dan Brezilya’ya kadar hemen hemen her ülkede çok yaygınmış bu ıvır zıvır (!) işler… Hepsini kutluyorum… Emek verilen, akıl kırpıntısı sosu ekilen her iş güzeldir, kutsaldır…

Bir de güzel yazılar buluyorum ara sıra… Gün görmemiş konular, anlı şanlı yazarlara taş çıkartan güçlü anlatım kabiliyetleri… Ne ararsan var yani… Yeter ki koku alma yetini açık tut her daim… Geçenlerde bir blog buldum tesadüfen… İsmini yazsam bir sakıncası olur mu acaba… Yok yok ne sakıncası olacak ki… En azından temiz kalple dile getiriyorum bunları… Blogun ismi “Dişi Geyik”. Bir iki yazısını okudum önce… Sonra tutamadım kendimi ve bir çırpıda okuyuverdim bütün yazılarını... Genellikle kendi hayat hikayesini ve iç dünyasını döküyor satırlara Dişi Geyik (isimli arkadaş). Biraz karamsar bir edayla sallıyor kalemini genellikle… Ama her yazısı bir temel eser niteliğinde. Bir toplum bu kadar mı güzel gözlemlenir Allah’ım… Hadi gözlem yeteneğin iyi, ya anlatım gücüne ne demeli… Ben bu kadar zengin ifade yeteneğini ve felsefi derinliği kolay kolay hiçbir eserde görmedim bu güne kadar (biraz iddialı oldu galiba :))… Acaba bir profesyonel yazar mı diye düşündüm Dişi Geyiği bir ara… Ama değil… Yazılarından anladığım kadarıyla yeni mezun olmuş bir iktisatçı. Yani ne bir edebiyatçı, ne de bir sosyolog… Hem de bir taşra üniversitesinde okumuş… Sanırım Gaziantep’teki üniversitede… Demek ki Ankara ve İstanbul dışındaki üniversitelerimizden de böyle yetenekler çıkabiliyormuş… Sevindim doğrusu… Gerçi çözemediğim bir husus var… Bunca yeteneğine karşın işsizlik ve iş bulma umutsuzluğunu dile getiriyor Dişi Geyik… Bu durum anormal bir çelişki gibi geldi bana… Belki de dikkatli okumamışımdır yazılarındaki bu iş ve işsizlik mevzuunu… Her neyse bu arkadaşı gerçekten kalpten kutluyorum… Eğer bir gün bu yazımı okursa tesadüfen, O’na naçizane bir tavsiyem olacak: Ümitsizliğe ve karamsarlığa hiç gerek yok Dişi Geyik… Her insanın değişik bir sermayesi vardır… Bazıları zeki, bazıları hamal, bazıları ukala, bazıları da sadece “insan”… Sen kendi sermayenin farkında ol lütfen ve onun gücüne inan… Unutma ki gecenin en zifiri olduğu an, sabaha en yakın olan andır…

Mutlu ve esen kalınız…

12 Kasım 2009 Perşembe

Matematik...

Blog işi de zormuş meğer... Başkalarının bloglarını okurken ne kadar da kolay gözüküyordu oysa.. En büyük zorluk da "nasıl bir blog olmalı" sorusunda yatıyor sanırım. Ciddi mi olsun, mizah ağırlıklı mı olsun, bilgilendirici mi olsun derken kafam karışıp gidiyor. Her neyse "okuyan mı olacak sanki" deyip rahatlayıveriyorum. Kendim çalar kendim oynarım... Gel keyfim gel yani...

Blogumda zaman zaman kendi hayat tecrübemden kesitler aktarmaya karar verdim... İlk konu olarak da beni şekillendiren bir konuyu seçtim: Matematik... Biraz tuhaf geldi biliyorum. Biraz da içiniz sıkıldı sanırım. Ne de olsa zor ve sevimsiz bir konu (diye biliniyor en azından).

Okuyanlara biraz garip gelecek ama... Öğrenciliğim boyunca hep kopyacı biri oldum. Kopyasız bir sınav düşünemezdim sanki... Ama bir istisnası vardı... Matematik dersleri. Bu dersten kopya çekmeye gerek duymazdım nedense. Hocaların anlattıklarını gayet iyi takip edebilir, sınavda da başarılı olurdum hep. Matematik derslerinde sınıf arkadaşlarımın çoğunun hiç bir şey anlamadan bön bön tahtaya bakmalarını hayretle izlerdim. Bazı hocalarımızın bile matematikten "zor ders" diye bahsetmelerine hiç bir anlam veremezdim. Yani uzun lafın kısası, diğer derslerde pek bir yeteneği olmayan naçizanenin matematikten yana pek bir derdi yoktu. Bu bir Allah verdisiydi benim için, özel bir formülü yok yani... Ve gördüm ki matematikte iyiysen, gerisini merak etme... Olup gidiyor bir şekilde... Matematikteki başarı diğer derslerdeki eksikliği telafi ediyor fazlasıyla... Bunu sadece kendimde gözlemlemedim, etrafımdaki bir çok insanda da gözlemledim. Test edilip onaylandı yani...

Peki bunları niye anlatıyorum şimdi... Matematiğin önemini beyinlere nakşedebilmek için anlatıyorum. Ülkemiz eğitim sisteminde her şey matematikten geçiyor maalesef. Matematik ise "zor zanaat" olarak biliniyor bu ülkede. Gerek SBS'de, gerekse de ÖSS'de belirleyici olan matematik oluyor her zaman. Matematiğin temelleri ise ilokulun ikinci kademesinde atılıyor küçücük beyinlere. Onun içindir ki, ilkokul 6, 7 ve 8'de çocuğu olan arkadaşlar bu işi sıkı tutmaları gerekiyor. Sıkı tutmaktan kastım şudur: Matematik denen ders, çoğu zaman bir öğrencinin kendi kendine yapabileceği bir iş değildir. Mutlaka birilerinin takviyesini ve disiplin altında tutmasını gerektiriyor. Kastım özel ders ve dersane değil. Tabi ki bunlar da bir seçenek olabilir ama en ideali anne veya babalardan birinin bu işi üstlenmesidir. Anne veya babadan matematiğe yatkın olan biri haftada sadece bir gün bir kaç saat çocukla matematik çalışması çok şey farkettirecektir. Unutmayalım ki çocuklar matematikte diğer derslerde olduğu gibi sınıfta rahatça soru soramamakta ve bir çok husus anlaşılmadan geçip gitmektedir. Bu eksikliği ancak anne ve baba olarak sizler telafi edebilirsiniz...

Bu konuyu sakın ha ihmal etmeyelim. Çünkü matematik çocuklarımız için sadece bir çok dersten biri değil, gelecek demek, hayatın ta kendisi demek...

Başarı dileklerimle, esen kalınız...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Günün incisi...


Acı ve çirkin sözlerin sebep olduğu dil yarası asla kapanmaz. -Pançatantra-

10 Kasım 2009 Salı

Özlem...



Sonsuzluğa uğurlanışının 71'inci yılında ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ü minnet ve özlemle anıyoruz.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Günün incisi...




Fakir insan malı az olan değil, arzuları çok olandır.
-Seneca-

Can sıkıcı bir haber...

Günlük gazetelere göz atarken Hürriyet'te bir başlığa gözüm ilişti. "Türkiye'yi rezil eden rehberler" yazıyordu başlıkta. "Kimmiş bu rehberler, ne istiyorlarmış bu asil milletten..." gibilerinden mırıldanarak haberi okumaya başladım. Haberin daha ilk paragrafında, "İngiltere ve ABD’nin en önemli 20 rehberinin kitabında, 'Ülke yankesiciler, jigololar, kocasını aldatan kadınlar, üç kağıtçı taksicilerle dolu' anlatımlarından geçilmiyor" deniliyordu. Allah allah! dedim kendi kendime ve okumaya devam ettim. Haberin devamında ise İstanbul'un turistik mekanlarında yaşanan binbir çeşit üçkağıtçılık ve dolandırıcılık faaliyetleri örnekleriyle anlatılarak, turistlere dikkatli olmaları konusunda uyarılar yer alıyordu. Haa bir de umumi tuvaletlerimizin içler acısı haline değiniliyordu.

Tabi ki bir hayli canım sıkıldı. Ama yanlış anladınız sanırım... Haberin başlığındaki gibi rehberlerin bizi rezil etmesine değil. Haberde sanki gerçek dışı bir durum varmış gibi bir hava yaratılmış. Ama hiç de öyle değil... Yazılanlarda eksik var fazla yok diye düşünüyorum... Habredeki "jigola" konusu gibi özel gözlem gerektiren konular hariç her şey gerçekçiydi. O konuda da şahsen yeterli bilgim bulunmuyor. Ama "ateş olmayan yerden duman tütmez" atasözüne her zaman değer veririm...

Canımı sıkan durum ise, "niye" sorusunda gizli. Sahiden biz niye böyleyiz. Niye her türlü alavere, dalavere, ahlaksızlık ve üçkağıtçılık bizde var. Bırakınız yabancı turistleri, biz bile turistik bir yöreye gittiğimizde kazıklanmak korkusuyla yaşamıyor muyuz sürekli. Maalesef bütün bu üçkağıtçı ve ahlaksızlar bizim insanlarımız. Dışarıdan gelmiyorlar yani... Bir de umumu tuvaletlerimiz konusu... Sahiden nedir bu tuvaletlerin hali... Nasıl bir pisliktir bu böyle ya... Diyecek laf bulamıyorum doğrusu...

Birileri çıkıp da ayıplarımıza parmak basınca, "bizi böyle tanıtıyor alçaklar" diye ortalığı velveleye veriyoruz hiç sıkılmadan. Ne yapsalardı yani... Hep "rakı süper, şiş kebap süper" denecek hali yok ya... Kendi vatandaşlarını (veya müşterilerini) tehlikelerden korumak için bunları yazacaklar tabi ki...

Esen kalınız...

5 Kasım 2009 Perşembe

Ah bu domuz gribi...

İşi gücü bıraktık domuz gribi aşısıyla yatıp, domuz gribi aşısıyla kalkıyoruz bu günlerde... Eksik olmasın uzmanlar da iyice karıştırdı kafamızı. Vay yararlıydı, vay zararlıydı, kansere yol açıyordu gibilerinden envai çeşit yorum havalarda uçuşuyor. Konunun uzmanları (!) maşallah günün her saati televizyon kanallarında nutuk atmaya devam ediyorlar. Biz de "aman oğlum, aman kızım bak iyi dinle, ne yapmayacakmışız anldın mı: öpüşmeyeceğiz, elimizi iyice yıkayacağız, öksüren kişilerden uzak duracağız... tamam mı" diyerek kendi psikolojimizi bozduğumuz yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da afallattık iyiden yiye. Esasen buraya kadarında garip bir durum yok. Tam bize özgü bir durum yani. Yüzümüze gözümüze bulaştırmada üstümüze yok çünkü. Ne de olsa bizim parsel, yüzde altmış meselesi yani...:))

İyi de... Tam her şey bize özgü gidiyor derken dün Başbakan çıkmaz mı ortaya. "Ben sayın bakanım gibi düşünmüyorum... Ben aşı olmayacağım" demez mi... Ben darmadağın oldum. Bir Ali Cengiz oyunu var bu işin içinde... Ama, ne? Akşamdan beri bunu düşünüyorum küçük dünyamda. Acaba başbakanın amacı ne? Ama sanırım çaktım köfteyi... Ulusalcıları aşılatmak. Evet evet yanlış okumadınız, ulusalcıları aşı kuyruğuna sokmak. Peki nasıl olacak bu iş. Çok basit! Başbakan ne derse tersini anlamıyor mu önemli bir kısmımız. Evet, oldu bilin bu iş... Nasıl olsa şark kurnazlığı yok mu genlerimizde...

Şaka bir yana, sahiden farzedelim ki aşı yaptırmaya karar verdik. Nerede yaptırılıyor bu aşılar. Farzedin herhangi bir hastaneye veya sağlık ocağına gidip aşı yaptırmak istiyoruz dediğimizde, yapıyorlar mı bu aşıyı acaba... Hiç sanmıyorum ben... Eminim bin dereden su getirttiriyorlardır.

En iyi dileklerimle...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Deliden al haberi...

Merhaba dostlar… Uzun süredir tasarladığım bir projeydi bu blog işi. Ama nedense bir türlü başlayamıyordum bir ucundan. Bu gün nihayet başlamış oldum. İnşallah aynı heyecanla devam ederim.

Bu blogu oluşturmamdaki amacım çok net: Günlük olaylar üzerine görüşlerimi aktarmak. Ama bir uzman gözüyle değil. Zaten öyle bir iddiam da yok. Sade bir vatandaş olarak olaylar hakkındaki görüşlerimi paylaşmayı düşünüyorum sizinle. Kimse görüşlerime katılmak zorunda değil. Deli saçması deyip geçebilirsiniz kolayca. Bu konuda içiniz rahat olsun lütfen… Zaten ilhamı da Aziz Nesin üstattan aldım. İyimser bir bakış açısıyla “toplumun yüzde altmışı deli” dememiş miydi üstat vakti zamanında. İşte benim oyun alanım bu yüzde altmışlık parsel… Parselin öbür tarafı zaten tel örgüyle çevrilmiş vaziyette. Oraya geçmemiz şimdilik zor gözüküyor…

Görüşmek umut ve dileğiyle…