30 Nisan 2010 Cuma

Güzel kokanlara sıkıyordum...

"İzmir’de işlediğim cinayetlerdeki kadınları tanımıyorum. Kalabalıktan gözüme biri takılıyordu. Biraz da güzel kokulu olursa peşine düşüyordum. Takip ediyordum, tenha bir yere geldiğimizde sessizce arkalarına yaklaşıp kafalarına sıkıyordum..." 
  
Evet, tahmin ettiğiniz gibi bu soğuk cümleler üç masum cana kasteden caniye ait...

Ürpermemek elde değil... Sıkmak bu kadar basit... Öldürmek çocuk oyuncağı sanki... Hadi gözün dönmüş öldürüyorsun anladık... Anlaması kolay değil de mecburen anladık işte... Ya öldürme kriterine ne demeli... Güzel kokuyorsa öldür... Ter kokusu dışında başka bir koku tatmamış olan mahlukat için dayanılmaz bir azap olsa gerek "güzel koku"...

Bu yaratıklar doğuştan "cani" olamayacaklarına göre, bu hale nasıl gelebiliyorlar acaba? İnsanlığını, merhametini, acıma duygusunu, Allah korkusunu, vicdan muhasebesini nasıl kaybediyorlar acaba? Suçsuz, günahsız insanların canına kastederken ne düşünüyorlar acaba? Sırf güzel koktuğu için insan öldürmek nasıl bir ruh halidir acaba? Bu "acaba"ları sırala sıralayabildiğin kadar... Ama cevabı bizde yok... Anlatsalar da anlayamayız... Bizim havsalamızın dışında hadiseler bunlar... Algılamamız mümkün değil...

Daha dün Mardin'in bilmem ne ilçesinde kırk küsur insanı bir hiç uğruna öldüren kafa da bu kafaydı... Öldürüyorsun o kadar... Anı yaşıyorsun... Kimi öldürdüğün, ne için öldürdüğün önemli değil... Ya da ölenin ardında bıraktığın onca acı ve göz yaşı... Hiç önemli değil... Dün bir tutam toprak parçası için öldürüyordun, bu gün de "güzel kokuyor" diye öldürüyorsun... Sonuç aynı, ölüm ve acı... Senin için önemsiz... Seni öldürseler de senin için önemsiz... İnanın böyle... Kendisi için birazcık önemli gördüğünü başkasında da önemli görür insan... Buradaki temel sorun bu zaten... Ölüm, öldürmek, öldürülmek sıradan kavramlar bu yaratıklar için... Çünkü değerini kaybetmiş, değersizleşmiş bir şekilde... Değersizleşmeye görmesin insan bir kere, her şey değersizdir onun için artık... Değersizse öldür gitsin...

Bu konuda uzun analizler yapmak anlamsız... Konunun uzmanı da değilim zaten... Sadece hisssiyatımı aktarıyorum o kadar... İçimden gelenleri, dilimden dökülenleri... Her hangi bir mantık süzgecinden de geçirmeden... Öylesine yani... Ama maalesef durum tehlike... Aramızda dolaşan böyle ruh hastaları çok... Düşündüğümüzden de çok... Her an hepimizin başına gelebilir bu "sıradan" hadiseler... Yaşıyoruz ama tesadüfen... Bazen şans eseri, bazen de teğet geçerek... Çünkü... Evet, çünkü karnı tok artık bu caninin... Dün açtı, bu gün tok artık... Hapiste, devlet güvencesinde... Karnı doyurulacak bir şekilde... Cezası mı? Geçiniz... Üç beş gün yatar, sonra da çıkar... Rahşan affı olmazsa başka bir af olur... Ama mutlaka olur... Nasıl olsa "kader kurbanları" bunlar...

Ne desek boş... Ateş düştüğü yeri yakar... Allah kurbanların yakınlarına sabır versin...

28 Nisan 2010 Çarşamba

Dunning-Kruger Sendromu...

Ne zaman içinde "sendrom" geçen bir kelime, bir cümle görsem hemen dikkat kesilirim... Kötü bir hastalık çağrışımı yapar bende... Sanırım çok yakınlarımda iki kişinin hastalığında "sendrom" kelimesi geçmesinden... Kızım daha dört yaşında Kavasaki Sendromu diye bir hastalığa yakalanmış ve bir kaç yılımız zehir olmuştu... Neyse ki tamamen atlattı sayılır... İki yıl önce de anneme Myelodisplastik Sendrom dediler... Bu defa o kadar şanslı değildik... Hala uğraşıyoruz, zahmeti oldukça fazla bir hastalık... Buna da şükür diyelim...

İnternette bir şeyler araştırırken karşılaştım bu "sendrom"la... Tabi ki hemen dikkat kesildim.. Neyse ki farklı bir sendrommuş... Bu da bir hastalık ama en azından fizyolojik değil... Ruhun derinliklerinde yatan bir hastalıkmış... Ülkemizde özellikle kamu kurumlarında fazlasıyla göze çarpan bir hastalık gibi geldi bana... Bu nedenle paylaşmak istedim...

Buyurun size Dunning-Kruger Sendromu...

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li psikiyatri uzmanının 10 yıl kadar önce ortaya attığı teori:

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."

Bu teori üzerine fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda aşağıdaki bulgulara ulaşıldı:


- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
- Niteliksiz insanlar niteliklerini abartma eğilimindedir.
- Niteliksiz insanlar gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
 

- Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
- "İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
- Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı, mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 'Eksiler' kariyer açısından 'artıya' dönüşür. Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler...

- Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında 'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile suçlanırlar...

Ülkemizdeki insan profiline ne kadar uyuyor değil mi?

27 Nisan 2010 Salı

Tatilin ardından...

Evet, çocukların 23 Nisan törenleri biter bitmez düştük yollara... Rotamızda Akdeniz kıyısı vardı... Doğup büyüdüğüm ata yurdu yani... Şansımıza havalar da çok iyiydi... Akdenizi en çok bu mevsim severim... Yenidünya ve erik mevsimidir bu zamanlar... Dutların olmasına daha var... Ama dut ile böğürtlen karışımı hafif ekşimtirek bir meyve var... Bizim çocukluğumuzda yoktu, yenilerde ekilir olmuş buralarda... Onun tam mevsimiymiş, bol miktarda yeme fırsatı bulduk... Her neyse ağzınızı sulandırmayayım... "Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer..." misali geldik yine Ankara'ya... Hayata kaldığı yerden başladık... Bu arada blog dünyasından da bir kaç günlüğüne ayrı kalmış oldum... Nasıl telafi ederim bilemiyorum...

Tatil modunda blog alemine aşağıdaki fıkrayla yeniden merhaba diyorum...

Genç kız sevgilisine telefon açmış...
- 'Tankut seni çok arzuluyorum. Geceleri gözüm uyku tutmuyor. Ne olur bu hafta sonu bize
yemeğe gel. Seni annem-babamla tanıştırayım. Sonra da benim odamda ders çalışıyor gibi yaparız'.
Tankut ömründe hiç bir kızla yan yana gelmemiş toy bir delikanlı. Bir eczaneye gitmiş, babacan eczacıya;
- 'Bu hafta sonu önce bir aile yemeği, peşinden de ateşli bir aşk yaşayacağım' demiş ve ilave etmiş:
- 'Bu yüzden iyisinden bir kutu gerekenden istiyorum'.
Babacan eczacı kutuyu vermiş, oğlanın sırtını sıvazlayıp yolcu etmiş...
Tankut hafta sonunda bir büyük buket çiçekle kızın evinin kapısını çalmış.
Genç kız kapıyı açmış. Tankut'u doğrudan yemeğe almış...
Delikanlı çok mahcup biçimde masaya oturmuş. Kızın ana-babasının yüzüne şöyle bir baktıktan sonra başını önüne eğmiş... Başlamış dua etmeye... Ancak dua bir türlü
bitmiyor... Kız sonunda dayanamamış, fısıltıyla:
- 'Ben senin bu kadar dindar olduğunu hiç bilmiyordum Tankut' demiş...
Tankut adeta inlemiş:
- 'Ben de babanın eczacı olduğunu'!

22 Nisan 2010 Perşembe

23 Nisan ve Deli Veli Sendromu...

Yarın 23 Nisan... Çocuk Bayramı yani... Küçükken bayılırdım bu bayrama... Gösteriler, kortejler çok hoşuma giderdi nedense... Ama artık değil... Sıkıntı basar oldu beni 23 Nisan'larda... İlk defa oğlumuz ana sınıfındayken yaşamıştım bu sıkıntıyı... Ama 7. sınıfta artık O... 23 Nisan merasimlerinin dışında anlayacağınız... Geçmişte dört yıl kadar yaşadık bu sıkıntıyı O'nun sayesinde... Şimdi de kızımız yaşatıyor aynı sıkıntıyı bize... Hem de katmerlisini... Kızımız 3. sınıf bu yıl... Çok da önemsiyor bu töreni... Folklor, şiir, drama gibi etkinliklerde yer alacak sanırım... Elli defa sordu, "izlemeye geleceksiniz değil mi" diye...

Evet, bayram güzel şey... Hele çocuk bayramı ise daha bir güzel... Baharın gelişini tescillemesi açısından daha da bir anlamlı... Peki, "sıkıntı neresinde bunun" dediğinizi duyar gibiyim... Hemen anlatayım müsadenizle... Efendim sizin oralarda nasıl oluyor bilmem ama bizim buralarda bu bayramı izlemek neredeyse imkansız gibi bir şey... Veliler başlı başına bir sorun... "Deli Veli Sendromu" diyorum ben buna... Etkinliklerde daha çok ana sınıfından üçüncü sınıfa kadar olan çocuklar görev alıyor... Diğerleri "büyük" modunda... Pek kendilerinin de ilgisi yok, velilerinin de... Ama özellikle ana sınıfı ile birinci sınıf öğrencilerinin velileri yok mu... Sormayın gitsin... Zaten öğrenci başına ortalama sekiz kişi gelmişler töreni izlemeye... Heyacan hat safhada... Bir koşturmaca almış başını gidiyor... Vay kostüm giymesine yardım edeyim... Vay havalar soğukmuş, bari şu ayakkabıyı giydirivereyim... Vay ayakta çok beklediler, biraz kucağımda dinlendirivereyim... Vay susamıştır şimdi... Vay, vay, vay... Buraya kadarı benim tahammül sınırlarım dahilinde... Fazla bir şikayetim yok yani...

Şikayetim elinde kamera, boynunda fotoğraf makinesi oradan oraya koşuşturup duran velilerle ilgili... Zumcu velilerle yani... Özel kostümler içinde çocuklar meydana adımlarını atmaya görmesin... Bir koşuşturmacadır başlar ki anlatamam size... Gözleri hiç bir şeyi görmez... Önüne geleni ezer geçerler... Çocukların oyunuyla falan da ilgisi yoktur bunların... Tek yaptığı zumlamak... Çocuğunu zumlamış, başka da düşündüğü bir şey yok... Tabi ki bağırmalar, çağırmalar çoktan başlamıştır... Öndekiler ayağa kalkmayın lütfen... Göremiyoruz bak... Sayın veliler lütfen... Fotoğraf çeken veliler lütfen... Meydana doluşmayın, bak çocuklar gösterilerini yapamıyor... Ne desen boş... Zumun büyüsünde kapılmış bir kere... Başkasını dinleyecek durumda değil... Trans halinde yani... Kuzusu büymüş gösteri yapıyor bak... Gerisi hikaye...

En çok hayıflandığım ise, çocukların onca emek verip hazırladığı gösterilerin boşa gitmesi... İnanın izleyen falan yok... Herkes kendi çocuğuna zumlanmış, gösterinin bütünüyle alakası yok... İzleyenler sadece daha gösteri sırası kendi çocuklarına gelmeyen veliler... Onlar da zorunluluktan... Yapacak başka bir iş olmadığından... Onların da bir gözü sahne arkasında, kendi çocuklarının nerede ne yapıyor olabileceğinde... Ha geldi ha gelecek modunda... Halbu ki bu durumu yıllardır gözlemleyen okul yönetimi toplu çekim yaptırıyor... Her öğrenciye bir CD halinde verilecek daha sonra... Ama doyumsuz veliye yetmiyor bu... Ya kendi çocuğuna yeterince yer verilmezse... Ya yeterince zumlanmamış olursa... Dünyanın sonu demek bu... O halde şansa bırakılmamalı iş... Zumlamaya devam... Ezerek, çarparak, yıkarak devam zumlamaya...

Evet yarın olacaklar bu... Okul yönetimi ne önlem alırsa alsın, yaşanacak bunlar... Bu sorunun çözümsüz olduğuna iyice inandım ben artık... Onun için de şimdiden strese girdim bak... Kızım farkında değil ama stresimin... Heyecandan çatlıyor şimdi O... Yarını bekliyor... Yarın büyük gün O'nun için... Zumlayanların hep kendini zumladığını zannedecek... Neyi alkışladığının bile farkında olmadan genele uyup alkış koparanların kendini alkışladığını zannedecek... Her şeye rağmen mutlu olacak kızım... Çocukluk böyle bir şey işte... Her şeyi görüyorsun, hiç bir şeyi görmüyorsun... Sadece güzellikleri görüyorsun... Görmek istediğin güzellikleri...

Belki de 23 Nisan bu... Yersiz ve abartılı bir endişe benimkisi... Ne yapayım, ben de buyum işte... Herkesin Çocuk Bayramını kutluyorum...

21 Nisan 2010 Çarşamba

Başkanlık sistemi...

Başbakanımız "Başkanlık sistemi iyi olur" demiş... Ne düşündü de dedi bilmiyorum... Belki gündem değiştirmek istedi, belki de "laf olsun torba dolsun" türünden konuştu... Bilemiyorum... Daha önce Özal ve Demirel'de gündeme getirmişti bu başkanlık sistemi özlemini... Konunun uzmanı sayılmam... Bu nedenle konu hakkında ahkam kesecek değilim... Kastettikleri Amerika'da uygulanan sistem galiba... Yani Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi ikili bir yapı yerine her şeye muktedir bir Başkanın olduğu tekli yapı... Başkanı halk seçecek, diğer her şeyi de Başkan... Tam şimdiki gibi aslında...

Yani aklım almıyor benim... Parlamenter sistem dedikleri şimdiki sistemde başbakanımız ne yapmak istedi de yapamadı? Parti teşkilatı, milletvekilleri, bakanlar ve aklınıza gelebilecek bilumum atamalar başbakanın takdirindedir... Hatta yargıdaki atamaların çoğu bile başbakan tarafından şekkillendirilir... Bağımsız olması gereken üst kurullarda da durum farklı sayılmaz... O halde daha ne istiyor olabilir başbakanımız... Benim küçük aklım ermedi valla... Yani şu an fiilen başkanlık sistemi uygulanıyor ülkemizde zaten... Sadece adı parlamenter sistem bizimkinin... Erkler ayrımı falan hak getire... Ayrı bir yasama diye bir şey yok sayılır... Hükümet emreder, yasama gereğini yapar... Hükümet dediysem de başbakan işte... Ben anlamadım bu işi...

Belki de başbakanımız şunu düşünüyordur... Cumhurbaşkanı olmayı kafaya koydu ama mevcut haliyle cumhurbaşkanlığı kesmiyordur O'nu... Olur mu? Bal gibi olur... Yani hem Cumhurbaşkanı, hem de Başbakanın da yetkilerini uhdesine almış bir Cumhurbaşkanı... Ballı börek gibi bir şey anlayacağınız... Bize bir katkısı var mı? Geçiniz orasını... Teferruata takılmayalım... Başkanımızı alkışlayalım...

20 Nisan 2010 Salı

Ben Vekil Olacağım...

Arşivimden bir şiir çıktı... Uzunca bir zaman önce kaydetmişim belgelerime... Karıştırırken çıktı karşıma... Tekrar okuyunca yine çok sevdim ve paylaşayım istedim... Mehmet Sevim isminde bir avukat tarafından kaleme alınmış ve rivayet o ki, milletvekilliği aday adaylığı başvurusu için dilekçe olarak bir partimize sunulmuş... Ama sanırım fazla açık sözlü diye adaylığı kabul görmemiş...



Ben Vekil Olacağım

Param da var tomarla, gerekirse veririm,
Meclis'e girmek için, her filmi çeviririm,
On dakika konuşsam, çamları deviririm,
Yazın beni listeye, ben vekil olacağım.

Kafam çalışmasa da, yoksa da kariyerim,
Olsun yine Meclis'te, ayrılsın benim yerim,
Yüce Türk Milletine ne hizmetler(!) ederim,
Yazın beni listeye, ben vekil olacağım.

Yalanda rakipsizim, ben herkesi sollarım,
Hem dürüst geçinirim, hem ihale kollarım,
Demeçlerle seçmene, ne selamlar yollarım,
Yazın beni listeye, ben vekil olacağım.

Eşi dostu kayırır, devlete aldırırım,
Dokunulmaz olunca, herkese saldırırım,
Liderime bakarak, parmak da kaldırırım,
Yazın beni listeye, ben vekil olacağım.

Sempati dağıtırım, seçmenlere gülerek,
Bazen hatır sorarım, memlekete gelerek,
Bu politik sisteme, böyle bir vekil gerek,
Yazın beni listeye, ben vekil olacağım.

- Av. Mehmet Sevim

Özal...

Özal öleli 17 yıl olmuş... Dile kolay tam onyedi yıl... Acaba bir yanlışlık mı var diye önümdeki gazete haberine bir kez daha baktım... Yanlışlık falan yok, tam 17 yıl olmuş... Zaman su gibi akıyor denen şey bu olsa gerek... Halbuki hafızamı şöyle bir yokladım, sanki 7-8 yıl gibi bir şey geldi bana... Ama matematik yalan söylemez... 1993'ten bu yana 17 yıl geçmiş...

Yaşım ilerlediğinden olsa gerek, son yıllarda olaylar çok hızlı akıyor benim zaman tünelimde... Gerilerde kalıyorum ben hep... Bir iki yıl öncesine dair hatırladıklarım hep daha eskilere gider oldu... Ama tam bu noktada bir tuhaflık var... Hesaplar hep 2000'li yıllarda sapıyor... Sanki 2000'li yılları hiç yaşamadım ben... Özellikle 2002'den sonrasını... Ya da 2002 ile 2010 arası konsantre bişey... Sanki 1,5 - 2 yıl gibi bir şey... Hatırlamıyorum fazlasını... Örneğin 2004, 2005, 2006, 2007, 2008... Evet vardı böyle yıllar... Ama hiç bir iz bırakamamış bende... Akmış gitmiş kendi mecrasında... Yaşlanmak böyle bir şey olsa gerek...

Evet, Özal öleli de tam 17 yıl olmuş... Benim jenerasyonumun ilk göz ağrısıydı Özal... İlk oyumuzu O'na verdik... Garipsenecek bir şey yok bunda... Farklı şeyler söylüyordu O... Galeyana getirebiliyordu kalabalıkları... Heyecan, umut verebiliyordu ensesi yanıklara... İlk "vizyon" kelimesini, ilk "transformasyon" kelimesini O'nun ağzından duydu bizim nesil... İlk defa siyasetle tanışan bizler için favoriydi O... Sönük kalıyordu diğerleri... Zaten öyle derinlemesine analizler yapabilecek durumda da değildik... Görüntüye, söylenene bakabiliyorduk ancak... Yeminli bir seçmen değilsen, oy vermek için tek seçenekti O...

O da geldi, geçti... Her fani gibi, O'nun da ölüm haberini duyduk bir gün... Şaşırsak da olan olmuştu... Özal yoktu artık... Zaten eski popüleritesi de kalmamıştı son zamanlarda... Aile fertlerinin yaşantısı bir hayli yıpratmıştı O'nu... Karizmasını da örselemişti ailesindeki sorumsuzluklar... Her icraatı gibi, ölümü de tartışmalı oldu... Ölümünün normal yollardan olmadığına inanan geniş bir kitle var hala... Kesin olan ise O'nun ölmüş olmasıydı...

Evet, Özal öleli 17 yıl olmuş... Daha dün gibi ama değil... Onyedi yıl geçmiş... Belli ki bizden de geçip gidiyor bir şeyler... Allah'tan rahmet diliyorum O'na...

16 Nisan 2010 Cuma

Tecavüze uğrayan kısraklar...

Dün akşam zappinglerken gözüm CNN Türk'e takıldı... Ekranın altında iri puntolarla "Tecavüz edilen atlar canlı yayında" yazıyordu... Kamera şakası falan zannettim ama değilmiş... Mesele derin ve ciddiymiş... Zaten program da Cüneyt Özdemir'in sunduğu 5N1K'ydı... Cüneyt Özdemir bir taraftan gülme krizlerine giriyor, bir yandan da atlarıyla gayet ciddi gözükmeye çalışan delikanlıya soruyor: Olay nasıl gelişti? Suçlu kim? Avukatla görüştünüz mü? Tecavüzcüye ne yapacaksınız şimdi?

Bu arada ekrana yansıyan kısrakların gözüne siyah bant çekilmiş... Hani kimliği ortaya çıkıp da toplum içinde rencide olmasın diye... Neyse kısrakların sahibi olan çocuktan dinleyelim olayın aslını: Dün gece sahibi bilinmeyen bir beygir çitleri yıkarak çiftliğe girmiş ve beş kısrakla bir eşşeğe tecavüz etmiş... Eşek bunalıma girmiş ama kısraklar halinden memnun gözüküyorlar... Eğer kısraklar hamile kalırsa sorun ciddi demektir... Zira yarış atı sektöründe doğan yavru atın anası, babası, ninesi, dedesi biliniyor olmalıymış... Tecavüzcü atın kimliği bilinmediği için bu bilgilerin bir kısmı eksik kalacak ve yeni doğacak taylar işe yaramayacak... Ancak sucuk yapımında kullanılabilir...

Olay karşısında atların sahibi çaresiz... Avukatlar hukuk sistemi içerisinde bir çözüm önerememişler... Tecavüzcü beygir de (ki ismini Coşkun koymuşlar) üzerlerinde kalmış... Onun bakımı da ayrıca bir masraf gerektiriyor... Serbest bıraksa geri gelecek belli ki... Tadını aldı bir kere... Eşeğin psikolojik sorunları ise ayrı bir dert...

Bu arda Cüneyt Özdemir, "erkek bir atın beş kısrak ve bir eşeğe aynı gece tecavüz etmesi teknik olarak mümkün mü?" diye soruyor... Çocuk biraz düşündükten sonra, "tabi ki mümkün, geceler uzun" cevabını veriyor...

Evet, sorun büyük gözüküyor... Allah yardımcıları olsun....

15 Nisan 2010 Perşembe

Bahar yorgunluğu...

Dilimize pelesenk olmuş bir laftır bu bahar yorgunluğu... Baharın gelmesini dört gözle bekleyen biz değilmişiz gibi, bu günlerde başımıza ne gelse bahardan biliriz...
Yorgun musunuz, bahardandır...
Vücudunuzda kırgınlık mı var, bahardandır...
İştahınız mı yok, bahardandır...
Canınız çalışmak istemiyor mu, bahardandır...
Listeyi uzat uzatabildiğin kadar...
Teşhis aynı, "bahardan"...

Peki reçete... Reçetesi yok... Baharın geçmesini bekleyeceksiniz...
İyi ama bu baharın gelmesini dört gözle bekleyen biz değil miydik...
Bademler, kaysılar, kirazlar çiçek açınca sevindirik olan biz değilmiydik...
Parklar, bahçeler yeşerince; içi yeşeren biz değil miydik...

Ne oldu da istemezikçi olduk... Mızıkçı çocuklara döndük sanki...
Bilemiyorum... Gerçekten bilemiyorum...
Aynı ruh hali bende de fazlasıyla var... Baharın gelişini ilk hissettiğimdeki ruh halimden çok uzaklardayım...
Vucudumda derin bir kırgınlık, ruhumda ise apansız bir bezginlik hakim bu günlerde...
Savrulup duruyorum bir o yana, bir bu yana...
Erteliyorum her şeyi yarına...
Yarınkini de yarınlara...
Yarınlar yorgun bünyemin sığınağı oldu sanki...
Gözlerim kısıldı, başım boynuma ağır gelir oldu...

Toparlamalıyım ama bir şekilde...
Sorumluluklarım var...
Yapacak dolu işlerim var...
Daha fazla sallayamam yarınlara...
Silkelenip gelmeliyim kendime...
Hem de derhal...
Baharı görmeden, bahara bahane bulmadan...
"Bahar umuttur, bahar taze bir başlangıçtır" demeliyim...
Baharı "bahar" bilmeliyim...

Kolay gelsin bana... Ve hepimize...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Lale mevsimi...

Dört mevsim az gelir bana... Arttırırım aklımca... Dut mevsimi, papatya mevsimi, kiraz mevsimi, gelincik mevsimi, karpuz mevsimi, kestane mevsimi ve diğerleri... Şimdi de lale mevsimi benim için... Her yer rengarenk... Kırmızı, sarı, pembe, mor... Laleler birer kuğu gibi sıralanmış, hüzünle dans ediyorlar sanki... Hüzünleri kısacık ömürlerinden olsa gerek... Bu gün var, yarın yok... Gelmesiyle gitmesi bir... Belki de güzelliği burada saklı... Tadını damağımızda bırakmasında...

Evet, lale mevsimi geldi... Parklar, bahçeler daha bir güzel artık... Kısa bir süreliğine ama... Zira narin bitkidir laleler... Ömürleri çok kısadır... Sıcağa gelemezler, Nisan ayıyla sınırlıdır ömürleri... Nedendir bilinmez, İstanbul'da daha bir güzeldir laleler... Belki de deniz havasından... İstanbul'dan yansıyan lale manzaralarını başka hiç bir yerde görmem... Lale mevsimi hep İstanbul'da olmak istemişimdir... Ama nedense hiç nasip olmaz... Ankara'yı pek sevmez laleler... Zoraki olurlar sanki... Ya da beceremez buradaki belediyeciler...

Lale mevsimiyle çelişkili duygular kaplar içimi... Bir yanda parklardaki eşsiz lale güzelliği... Diğer yanda "bir lalemiz eksikti sanki" duygusu... Ortasını bulamam bir türlü... Hem güzelliğine bayılırım, hem de "bir kaç günlük güzellik için onca masrafa değer mi" derim... Belediyeler lale ekmekle iyi mi eder, kötü mü eder karar veremem bir türlü... Olayın israf-tasarruf boyutu kurcalar durur beynimi... Belki de belediyelerin yaptığı her işe kuşkuyla bakmamdandır... Ya da tarihimizdeki "Lale Devri" olarak bilinen şaşalı ve debdebeli günleri çağrıştırdığından... Bilemiyorum...

Her şeye rağmen güzeldir laleler... Tadını çıkarmaya bakalım...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Yeni dolar milyarderimiz...

Evet, yeni bir dolar milyarderimiz daha var artık... Kim olduğunu henüz bilmiyoruz... Muhtemelen de hiç öğrenemeyeceğiz... İsmi sır gibi saklanıyor zira... Saklanmaya da devam edecek gibi... Şaka gibi gözükse de gerçek bu... Adam devlete başvurmuş, "yurt dışında 7 milyar dolarım var, ülkeme getirmek istiyorum" demiş... Devlet de "hay hay buyurun getirin, yüzde 2'sini bana verirseniz ben hiçbir şey sormayacağım size" demiş... Adam da şu ana kadar bu paranın 5 milyar dolarını getirip beyan etmiş... Artık istediği gibi tasarruf edebilir bu paranın yüzde 98'ini... "Nereden buldun" gibi sorulara muhatap olmak yok... Ne güzel değil mi?

Bu konu gazetelerde, televizyonlarda geniş yer bulamadı nedense... Cılız bir konu olarak işlendi hep... Bazen de magazinimsi bir üslupla... Halbuki önemli bir olay bu... Düşününüz ortaya bir kişi çıkıyor ve yurt dışında 7 milyar doları olduğunu söylüyor... Olabilir diyelim... Peki, niye yurda getirmek istiyor? Bence olayın tılsımı burada saklı... Muhtemelen buradan gitmiştir de ondan... Peki niye gitmiş olabilir? Legal yollardan kazanılmış bir para niye yurt dışına gitsin ki? Ya da gittiyse neden orada durmak istemiyor? Niye yüzde 2'sini devlete ödemeye razı oluyor? Evet, kafalarda soru işareti doğuruyor bu para... Normal yollardan kazanılmış bir para olamaz bu... Ya kara paradır, ya da kayıt dışı para... Her ne olursa olsun yasal yollardan kazanılmış bir para değil anlayacağınız...

Merak edenleriniz için biraz detay vereyim... Yaklaşık bir yıldır yürürlükte olan bir kanun var biliyorsunuz... İsmi "Varlık Barışı Kanunu" gibi bir şey... Yurt içi ve yurt dışında kayıt dışı paranız varsa, maliyeye beyan edip belli bir yüzdesini devlete ödüyorsunuz, kalanı aklanmış oluyor... Devlet bu paranın nereden kaznıldığını, vergisinin ödenip ödenmediğini soramıyor artık... Devlet bu konuda yasal güvence vermiş... Olayın "yurt içi" bölümü dolgu malzemesi aslında... Esas olan "yurt dışı" bölümü...

Bu kanun çıktığında aklımı kurcalamıştı... "Hangi ihtiyaçtan çıktı bu kanun?" diye kendi kendime sormuştum... Tıpkı her lüzumsuz konuda yaptığım gibi... İçimden bir ses de, "birilerinin yurt dışında yüklüce parası birikti anlaşılan, oralarda da dikkat çekmeye başladı ki güvenli bir şekilde ülkeye gelmesi gerekiyor" diye mırıldanmıştı... Şüpheyle bakmıştım anlayacağınız... Yani genel bir ihtiyacın ötesinde, "özel" bir ihtiyaçtan çıktığını düşünmüştüm bu kanunun... Sanırım yanılmamışım... Kanun fırsat yarattı birilerine... İmdadına yetişti sanki... Tek kalemde getirdi 5 milyar doları aşan parasını... Yüzde 2'sini maliye kasasına yatırdı, kalanı anasından emdiği ak süt gibi helal artık... İstediği gibi harcayabilir... Kimsecikler bir şey soramaz... Nereden buldun bu parayı diyemez hiç bir denetim elemanı... Ak mı, kara mı diye sorgulanamaz... Karaysa bile "ak" artık... Hem de kanun gücüyle aklandı...

Zenginin parası yorar bizim gibilerinin çenesini... Şikayetçi değilim, yorsun... Bir kişi bile olsun, "bu işte bir kataküllü var" desin yeter bana... Muhtemelen senden, benden çıkan paralar bu... Vatandaş sırtından çıkan paralar... Hortumlanan, horzumlanan, uzanlanan paralar bunlar... İmar rantı, banka batırma uyanıklığı, özelleştirme komisyonu, iş bitirme, dosya kapatma, tapu ayarlama, offshore düzenbazlığı, akaryakıt kaçakçılığı, hayali ihracat, ihraç kaydıyla ithalat gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle iliklerimizden sökülüp alınan paralar bunlar... Ahlakı olmayan paralar bunlar... Bakmayın siz "bu para benim" diye beyan eden tek kişiye... Temsilcidir O... Taşıyıcıdır O... Yed'di emindir O... Onlarca kişiyi temsil etmektedir O... Bu tür büyük tezgahlar tek kişiyle kurulamaz... Organize yapılması gerekir... Organize yürütülmesi gerekir... Ve de organize aklanması gerekir... Bu işler "organize işler" anlayacağınız...

Evet kutluyorum bu kimliği mechul şahsı... İyi kurgulamış, iyi kazanmış, iyi yönetmiş... İyi de organize etmiş... Belli ki ikna kabiliyeti de iyi... İhtiyaç var "Varlık Barışı" gibi bir kanuna demiş... İkna etmiş milletvekillerimizi... Çıkartmış kanunu... Getirmiş milyar dolarları... Hem kendisi kazanmı, hem de devleti... Kazan-Kazan olmuş anlayacağınız... Kaybedeni yok bu oyunun... Olsa olsa sen, ben kaybetmişizdir... Olsun, zararı yok... Kaybetmeye alışığız nasıl olsa... Güle güle harca milyarcıklarını... Arkadaşlarınla birlikte!

7 Nisan 2010 Çarşamba

KEY Maskaralığı...

Biliyorsunuz 1987-1995 yılları arasında çalışanların maaşlarından KEY adı altında bir kesinti yapılmıştı... Bu kesinti hem özel sektörde, hem de kamuda çalışanlardan yapılıyordu... Burada biriken paralarla güya çalışanlar ev sahibi yapılacaktı... Kesintiler yapılıyordu ama bakıldı ki ortada para falan biriktiği yok... Bu maskaralığı daha fazla sürdürmenin bir alemi yok, bari kesintiye son verelim dediler... Ve kesintiyi 1995 yılı sonunda bıraktılar... Kesinti durdu ama asıl maskaralık bundan sonra başladı... Kesilen ama ortada olmayan paralar ne olacaktı şimdi?

Vatandaşın esasen bu konuda bir beklentisi falan yoktu... Hatta çoğumuz böyle bir kesintiden bile bihaberdik... Net maaşına bakar insan... Kime ne brütten, kesintiden... Ama AKP bir beklentiye soktu insanları... Önce ortalama 2-3 bin TL ödenecek dendi... Daha sonra en fazla bin TL dendi... Sıra ödemeye gelince bakıldı ki 400-500 TL'nin üzerinde pek bir para alan yok... İyi, bu da güzel... Ama öyle değil kazın ayağı... Listelerde ismi çıkmayan bir yığın insan var... Aynı yıl işe başlamış iki öğretmen... Birine var, birine yok... Biri Yunan topraklarında çalıştı sanki...

Yanlışlık olmuş, düzeltilecek dediler... Aradan bir yıl geçti, nihayet yayınlandı yeni listeler... O da ne... Yine yanlışlık var... Yine vatandaşın ismi yok listelerde... Hem de 5 milyon insanın ismi... Yanlışlık dedikleri öylesine masumane bir şey değil anlayacağınız... Maskaralığın daniskası yani...

Hadi özel sektörde çalışanları anlayayım... Onların kaydında sorunlar olmuş olsun... Ya devlette çalışanlara ne demeli... Nereye gider bunların kayıtları... Bunların hangi yıl işe girdiği, hangi yıllarda nerelerde çalıştığı belli Emekli Sandığı kayıtlarında... Yani olayın sorgulanması bir "enter" tuşuna bakması gerekir... Ama öyle değil işte...

Bu arada dokuz yıl boyunca yapılan kesintilerin nasıl nemalandığı ayrı bir konu... Bu paraların niye bu kadar düşük kaldığı apayrı bir hikaye... Ama geçtim ben bunları... Kaydımı merak ediyorum ben... Niye benim adım yok bu kayıtlarda...

Niye mi yazıyorum bunları? Tahmin ettiğiniz gibi KEY mağduruyum da ondan... Hem kendim, hem de eşim mağdur... Bana yedi yıllık çalışmam karşılığında 24 TL uygun görmüş devletimiz... Evet, tamı tamına 24 TL... Bozdur bozdur harca gibilerinden... Eşime ise tam bir hüsran... Evet, ismi yok listelerde... Altı yıllık hizmeti yanıp bitmiş kül olmuş... Düzeltilmiş listelerde de yeni bir şey yok... Bekliyoruz düzeltilmesini düzeltilmiş listelerin... Daha çok bekleyeceğimizi bile bile...

Aklımıza soktular karpuz kabuğunu... Bekliyoruz derenin başında kabuklar gelecek diye... Anlaşılan yiyenler kabuğuyla yedi bu karpuzları... Bir kabuğu çok gördüler bu garibanlara... Ama yine de bekleyeceğiz... Kabuklar gelecek diye...

2 Nisan 2010 Cuma

Sevdim bu fıkrayı...

Müslüman mı olduk?

Adamın biri elinde büyük bir bıçakla camiye dalar ve sorar:

- Aranızda müslüman olan var mı?

Korkudan kimse bişey diyemez. Birazdan yaşlı bir adam ayağa kalkar:

- "Evet ben müslümanım" der.

Bıçaklı adamla yaşlı adam camiden çıkarlar. Adam dışarıdaki inek sürüsünü gösterip:

- "Amca, şunları kurban edicem de ben beceremem yardım eder misin?" der.

Yaşlı adam baya bir hayvanı kestikten sonra, "ben yoruldum başka birini bul" der.

Adam bu sefer kanlı bıçakla yine camiye girer ve sorar:

-"Aranızda başka müslüman var mı?" 


Az önceki adamı doğradığını düşünen cemaat çok korkar ve herkes aynı anda imama bakar. İmam:

- "Ne bakıyosunuz ulan, iki rekât namaz kıldırdık diye hemen müslüman mı olduk?"

1 Nisan 2010 Perşembe

Tekel işçileri yeniden...

Tekel işçileri yeniden Ankara sokaklarına dökülüyor bu gün... Hak aramak için... Ekmek kavgası için... Neyse ki hava koşulları müsait bu kez... Üşütmüyor öncekiler gibi... Ama polisimiz aynı polis yine... Anakara'nın bütü ana girişlerini tutmuşlar bu sabah... Arama yapıyorlar... Ankara plakası dışındaki bütün araçları durduruyorlar... Şehirlerarası seyahat eden otobüsleri de... İşçi arayıyorlar... Yüzü esmer, ensesi yanık, eli nasırlı birini buldular mı alıyorlar bekleyen polis otobüsüne... Potansiyel işçi... Potansiyel suçlu... Sen misin hak aramak için yollara dökülen... Belli ki talimat kesin... Alınmayacak kimsecikler Kızılay meydanına...

Ne olur ki yol verseniz onlara... Hakkını vermediniz kuru bir inat uğruna... Bari bağırıp çağırmasına, slogan atmasına, şarkı türkü söylemesine tahammül gösterseniz... Ne olur ki yani... Dünyanın sonu mu gelir? Niye geriyorsunuz ortamı... Hem ne suçu var bu insancıkların? Hak hukuk aramanın dışında... Ekmek kavgası dışında... Niye gözünüzdeki perdeyi kaldırmayı bir düşünmezsiniz hiç... Şöyle farklı açıdan bakmayı bir... Empati yapmayı...

Yok, umudum yok benim... Yine kasvetli geçecek bu gün... Yine panzerler su sıkacak kara tenli Anadolu insanının üstüne... Yine biber gazları göz yakacak Ankara sokaklarında... Limon arayacak uşaklar, gözlerini rahatlatmak için... Yine ağlaşacak insancıklar... Umutlar yine yarınlara taşınacak... Hem de umutsuzca... Duymayacak hükümet yine yankılanan ağıtları... "Açız" nidalarını... Hükümet dediğime bakmayın siz... Ağız alışkanlığı işte... Başbakanımız yani... O bilir her şeyi... Ama "olmaz" dedi bir kez...  Değişmez ki kararı... Ne yapacak bu uşaklar peki şimdi? Ne yapsınlar... Coplarını yiyip dönecekler kasabalarına... Tekrar gelmek için söz kesip dönecekler... Ne yapabilirler ki başka?

Evet, Tekel işçilerinin dramı böyle... İnşallah farklı bir tablo olur bu gün... İnşallah yanılırım ben... İnşallah hakkını alır da döner Tekel işçileri... Kalbim Tekel işçileri için atıyor bu gün... Her mazlum için attığı gibi...