28 Ocak 2010 Perşembe

Nihayet kar...


Evet, nihayet geldi kar Ankara'ya... Her taraf bembeyaz... Tam da istediğim gibi... Her türlü kirliliğin, çirkinliğin üstü beyaz bir örtüyle kaplandı kısa süreliğine de olsa... Bu yıl nedense çok nazlandı kar... Gelmesi Ocak sonunu buldu bak... Tadını çıkarmalıyım bu tablonun... Sabahleyin kısa bir yürüyüş yaptım bile... Bu defa soğuk bir havada geldi kar... Yürümek biraz tatsız oluyor o nedenle... Ama olsun... Şikayetçi değilim... Yeterki yağsın o... Yeterki değişmesin, şaşmasın mevsimler... Eskilere, geçmişe özlem duydurmasın bize...

Evet böyleyim işte ben... Hiç büyümeyen koca bir çocuk... Bak küçük bir kar yağdı, sevindirik oluverdim yine...

26 Ocak 2010 Salı

Mumcu...

Hiç unutmam 93 yılının 24 Ocak'ıydı... Özel bir durumum dolayısıyla Çanakkale'de bulunuyordum... O gün Ankara'ya dönmem gerekiyordu... Geçen dört ayın ardından Ankara'yı da çok özlemiştim hani... Sabahın köründe bir pastaneye oturmuş, televizyona karşı sıcak çayımı yudumluyordum... Sanırım terminale yakın bir yerdi... Bir iki saat sonra da otobüsüm kalkacaktı zaten... Birden televizyonda son dakika haberleri geçmeye başladı... Evet, Uğur Mumcu öldürülmüştü... Hem de kalleşçe...

Çayımı yudumlamakta zorlandığımı hissettim... Kendi kendime "bu güneymiş demek ki" dediğimi hatırlıyorum... Acı haberi hiç garipsemedim... Beklediğim bir haberdi sanki... Sıranın Mumcu'ya da geleceği, acı bir gerçek olarak hissiyat dünyamda hep yer almıştı... İçimden ruhuna bir fatiha okuyarak terminalin yolunu tuttum... Oradan da Ankara... Kare haberin geldiği yere... Hep düşünmüşümdür "niye" diye... Bu kadar kolay mı bir çınarı devirivermek... Bir değeri silip atmak... Aslında beklediğim bir cevap da yok hani... Cevaplar kelimelere dökülmese de yeterince var bende... Ama çözemediğim şey, olayın vicdani boyutu... Amacınız her neyse, bendeki veya bir diğeri, öldürmeden ulaşılamaz mı? Nasıl kıyarsınız cana? Bu kadar basit mi dullar, yetimler, gözü yaşlılar bırakmak arkada? Yoksa sizinle aynı dünyada yaşamıyor muyuz? Nasıl bu kadar farklı olabiliriz? Belki de boşuna sualler bunlar...

İç dünyamda izleri çoktur Mumcu'nun... Hani yazılarını çok okuduğumdan da değil... Ama kendiliğinden oluşmuş bir bağ vardı sanki aramızda... Gitti artık... Bütün iyiler gibi erken gitti... Allah'tan rahmet diliyorum Mumcu'ya...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Hasretiz kara bu yıl...


Kara hasret kaldı Ankara bu yıl... Beyaz örtüyle buluşamadı kara topak... Ocak ayı da bitti işte... Yok, kar yok bu yıl... Etraftaki yüksek tepelerde belirdi ama nazlanıyor aşağıya inmek için... Kafa tutuyor belki de... Hoyratça tahrip ettiğimiz çevrenin ahı tuttu sanki... Hasretiz ona biz... Çoluk çocuk gözlüyoruz yolunu... Diz boyu yağdığı günlerin anısıyla...

Bekliyoruz dört gözle... Uçsuz bucaksız beyaza yelken açmak için... Derin bir nefes almak için... Hadi bekletme, gel artık... Bütün saflığınla... Serpiliver üstümüze...

22 Ocak 2010 Cuma

Karne...



Bu gün karne günü... Karne günlerini çok severdim öğrenciliğimde... Sanki iple çekerdim hep... Hani çok çalışkan bir öğrenci olduğumdan değil de... Sınav stresinin sona ermesinden daha çok... Bir de "kavuşma" demekti benim için karne günleri... Öğrenciliğimin çoğu yatılı okullarda geçti... Ailemden uzaklarda... Bayramda, seyranda giderdim ailemin yanına ama çok kısa gelirdi üç beş günlük tatiller... Sömestre tatili ve yaz tatili bir başka olurdu onun için... Doya doya hasret giderirdim memleketimde... Hele bir de karnem iyiyse, değmeyin keyfime...

Karne günlerinin bu yönü tarih oldu artık benim için... Karne marne soran yok artık bana... Böyle dediğime bakmayın siz... Geçen yıl babam birden "sen doktora mı neyim bişeyler yapıyordun, ne oldu o iş" demez mi... Nerdeyse ben bile unutmuş gitmişim bu doktora mevzuunu, ama babalık hali olsa gerek O unutmamış meğer... O iş kaldı gitti diyemedim tabi ki... Önemsemiyor bir edayla "devam edip gidiyor işte" deyip kapattım konuyu... Her neyse dağıttık yine mevzuyu... Dönelim biz yine karne gününe...

Evet bu gün karne günü... Kızımız ve oğlumuz karne alıyor bu gün... Gerçi karne günlerinin de bir heyecanı kalmadı sayılır artık... E-karne diye bir şey icadetmişler... Önceden internet üzerinden görebiliyorsunuz çocuğunuzun karnesini... Kızımızın karnesi gayet güzel de, oğlumuz ilk kez 4'le tanıştırıyor bizi bu yıl... Matematik ve Türkçe 4 geliyor bu dönem... Bu iki dersi çok önemsiyor olmama rağmen durum bu maalesef... İkinci dönem daha farklı stratejiler izleyeceğiz artık... Gerçi günümüz çocuklarının karne gününden anladığı; daha çok bilgisayar oyunu, daha çok play station... Hayırlısı diyelim...

Bu vesileyle okul çağında çocuğu olan arkadaşlarımın karne gününü kutluyorum... Gerçi olaya birazcık bayram/kandil gibi bir anlam yüklemiş oldum ama... Her neyse işte... İnşallah emeklerinizin karşılığı karnelere yansımıştır... Ama sonuç ne olursa olsun, onlar bizim çocuğumuz... Sevmeye devam edeceğiz onları... Pes etmeden, ümidimizi kaybetmeden... Öpüyorum onların hepsini...

21 Ocak 2010 Perşembe

Tekel işçileri...

Duygusalımdır ben... Günlerdir feryatlarını başbakana duyurmaya çalışan Tekel işçilerinden bir kare görsem televizyon kanallarında, gözlerimden süzülüverir bir kaç damla yaş... Kaşlarından, gözlerinden, tenlerinden anlarım ben onları... Hele dudaklarından dökülüveren bir kaç kelime söz, hemen ele verir saflıklarını... Hükmümü verdim mi bir kez, art niyet aramam artık... Yan gelip yatıyorlarmış da, aylık 40 trilyon havadan para ödeniyormuş da daha neler neler... İşlemez bana... Yan gelip yatıyor mu? Yatırma kardeşim, çalıştır... Fabrikalarını satarken onlara mı danışmıştın...

Bu gün Kızılay'dan geçtim... Gelmişken 5-10 dakika aralarına karışıvereyim bu garibanların dedim... Sakarya caddesinde naylondan izbe çadırlar yapmışlar... Hava soğuk, çöp kutusundan sobalar yapmışlar ısınmak için... Yüzlerinde kesif bir umutsuzluk hali hakim... Ama kararlılar... Zaten kaybedecek fazla da bir şeyleri yok sayılır... 4/C kapsamında teklif edilen maaş 700 TL gibi bir şeymiş... Uzun uzun baktım onlara... Yüzlerine yansıyan acıyı, kızgınlığı, öfkeyi yakından izledim... Evde ekmek bekleyen çoluğunu çocuğunu, günün bu saatinde hissedilen bu soğuk havanın gece nasıl olabileceğini düşündüm... Evet düşündüm ve üzüldüm... Empati yapmaya çalıştım... Gece ayazında bu naylon çadırlarda uyumaya çalışmanın nasıl bir şey olabileceğini anlamaya çalıştım...

Konunun detayını çok fazla bilmiyorum ama... Nihayetinde olay bir hak arama olayı... Kazanılmış bir hakkın korunmak istenmesi olayı... Hangimiz itiraz etmeyiz 2.100 TL maaşımızın 700 TL'ye indirilmek istenmesine... Olay en yalın haliyle budur... Gerisi teferruattır...

Bu insanlara kulak vermeliyiz diye düşünüyorum... Destek olmalıyız bu insanlara... En azından manevi desteğimizi esirgememeliyiz onlardan...

20 Ocak 2010 Çarşamba

Haiti...


Haberlerde 7 şiddetinde bir deprem olduğunu ve onbinlerce insanın öldüğünü duyunca, "öldü yine garibanlar" dedi içimden bir ses... Depremler dünyanın her yerinde oluyor da... Fakir ve geri kalmış toplumlarda büyük ölümlerle sonuçlanıyor her nedense... Bu kez de öyle oldu... Haiti denen belki de dünyanın en fakir, en çilekeş toplumunu vurdu deprem... Aynen 1999 yılında bizi vurduğu gibi... Sonuç, büyük bir yıkım ve 200 bine yakın ölüm... En fakirinden, en garibanından, en sahipsizinden 200 bin ölü... Esasen sıradan bir hadise... Sonuç doğurucu bir olay değil yani... Zira, yaşarken de ölüydü bu insanlar... Aç, susuz, sefil ve beklentisiz... Ölümleri biraz öne alınmış oldu o kadar...

Peki, dünya ne yapıyor bu trajedi karşısında... Dünya dedim ya, belki de moda tabiriyle uluslararası toplum demeliydim... Ne yapacaklar... Kuru bir ah vah ve biraz battaniye, un, makarna vs. gönderildi, o kadar. Artık vicdanlar rahat, işlem tamam... Eğer zengin bir toplumda olsaydı bu deprem, bu kadar ölümcül bir tablo olmamasına rağmen bütün dünya seferber olurdu... Herkes gösteriş derdine düşerdi... Ne kadar yardımsever, ne kadar insancıl olduğunu gösterme uğruna... Ama felaket fakir bir ülkedeyse, herkes arazi... Ne de olsa yapılacak yardımın bir getirisi yok...

Aklıma geldi... Yıllar önceydi, bir bayram tatili dolayısıyla doğduğum köye gitmiştim... Konu komşu sohbet ederken, uzaktaki caminin minaresinden sela verilmeye başlandı... Küçük bir yerleşim yeri olduğu için herkes "kim öldü acaba" derdine düştü birden... Derken karşımda oturan ve çobanlık yaptığını öğrendiğim 35-40 yaşlarındaki şahıs "öldü yine bir gariban" dedi... Doğal olarak "nereden anladın gariban olduğunu" diye sordular... O da gayet kendinden emin bir şekilde, "selaya baksanıza" dedi ve gözlemini aktardı. Meğer o köyde hali vakti yerinde, köyün ileri gelenlerinden bir ölürse hoca uzun uzun ve yanık bir ses tonuyla sela veriyormuş... Sıradan biri ölürse, selanın süresi ve duygusu da o ölçüde zayıf kalıyormuş... Dinleyenler "valla doğru söylüyorsun" dediler... Duyduklarım beni çok etkilemişti... Dini bir merasim bile statüye göre şekilleniyor bu dünyada... belki de işin doğası gereği... Bilemiyorum... Ama aynen bu gün Haiti'de olduğu gibi... Dünya skalasındaki skoruna göre ilgi görüyorsun, yardım alıyorsun... En zor anında bile...

Esasen Haiti'deki depreme bu kadar duyarlılık göstermemin özel bir nedeni var bende... Daha önceleri Haiti ismini hayal meyal hatırlıyor gibiydim... Ama karşımdaki zenci (ismini hatırlamaya çalıştım ama nafile, unutmuş gitmişim) "Ben Haiti'liyim" deyince, "yaa öyle mi" dedim ama başka da bir şey söyleyemedim nedense... Hani ülkesine karşı ilgimi göstermek için bir şeyler söylemek istedim ama tık yok bende... Şöyle bir yokladım kendimi, beynim Haiti ile ilgili hiç bir veri üretmedi... Dünya coğrafyasındaki yeri, başkenti, nüfusu vs... Yok, yok... Hiç bir bilgi yok... Biraz mahçup oldum tabi... Ama zenci çocuk "bilmemen gayet normal" der gibi bir şeyler söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı... Ve ülkesini anlattı uzun uzun... İlk defa O'ndan dinledim Haiti'nin ne kadar fakir, ne kadar yoksul olduğunu... İşsiz güçsüz milyonlarca insanın kaçak yollardan Amerika'ya sızarak bir yaşam kurma rüyasıyla yaşadığını... Bu uğurda her yıl hatırı sayılır miktarda bir insanın okyanus sularında boğulup öldüğünü... Dinledikçe üzüldüm tabi... Zaten çocuk da çok ezik gözüküyordu... Çocukluğunda gelmiş amerikaya; İngilizcesi, Fransızcası sular seller gibi... Ama geldiği, kimliğini taşıdığı ülkenin yazgısı hiç peşini bırakmamış... Orada bıraktıklarının yaşantısı hep yüreğini sızlatmış belli ki... Bu olay 90'lı yılların sonunda eğitim için gittiğim Amerika'da yaşandı... Bu zenci çocukla iki dönem ders aldım, iyi arkadaş olduk... Ezikliği hiç azalmadı... Ben de fakir bir ülkeden geliyorum dediysem de, "bilirim Türkiye'yi, benzemez Haiti'ye" dedi... Belki de tenimin rengine göre tasnifliyordu beni... Bilmiyorum... Ama ben Haiti'yi bu çocukla tanıdım... Bu çocukla kanım kaynadı Haiti'ye... Belki de bu gün yine bu çocuk için üzülüyorum Haiti'ye... Hah, çocuğun ismini de hatırladım işte: Bryan... Gerçek ismi mi, yoksa Amerika'da kullandığı bir nick miydi bilmiyorum...

Bryan ile Haiti'ye aşina olduktan sonra hep düşünmüşümdür... Amerikanın güneyinde, Miami'ye sadece 60 mil uzaklıkta bir ülke nasıl bu kadar fakir olabilir... Amerika gibi bir ülke, onca zenginliğine rağmen ön bahçesindeki bu sefalete nasıl kayıtsız kalabilir... Bu nasıl bir ruh halidir... 60 mil ötende ortaçağ sefaleti yaşanırken, havyar lokmaları nasıl geçer boğazından... 250 milyonluk nüfusundan Haiti için birer dolar toplasan 250 milyon dolar eder... Bu meblağ bile 10 milyon nüfuslu Haiti'yi ihya etmeye yeter... Bu nasıl bir zenginliktir... Bu nasıl bir insanlıktır... Anlamakta zorlanıyorum... Gerçekten zorlanıyorum...

Acılarım, hüznüm Haiti için... Dualarım da... Geçmiş olsun Haiti...

19 Ocak 2010 Salı

Doktorlar...

Kızımın bu gün Hacettepe'de randevusu vardı... Altı ay önceden kontrol amacıyla alınmış bir randevu... Hem de sabahın 8:30'una... Biraz içim daralarak saat sekiz gibi çıktık yola... Bilen bilir Hacettepe Çocuk çok kalabalık bir hastanedir... Ama sistematik işleyen bir yerdir... Doktorları ve diğer personeli de diğer hastanelere göre oldukça iyidir... Hem uzmanlıkları iyidir, hem de insanlıkları... Ama yine de hastanedir işte... Allah ne düşürsün, ne de yokluğunu göstersin...

Bizim randevumuz nefroloji bölümünden... Yani böbrekle ilgili... Uzun bir geçmişi olan böbrek taşı problemi var kızımın... Ama artık kontrol altında, şükürler olsun Allah'ıma... Yolda dura kalka giderken radyodan bir de ne duyayım... Bu gün doktorlar iş bırakma eylemi yapıyor, aciller dışında hizmet verilmeyecek... Mecliste görüşülmekte olan tam gün yasasını protesto ediyorlarmış... Haydaaaa... Ne yaparsın şimdi... Bizdeki şansa bakın, altı ay önceden alınan randevu boykot gününe denk gelmiş...

Neyse, yapacak bir şey yok... Şansımızı bir deneyelim dedik ve devam ettik yola... İyi ki vazgeçmemişiz, Hacettepe boykota katılmamış çünkü... Bir de boykot var diye gelmeyen hastalar olmuş, işimiz çabucak bitiverdi... İdrar vermedeki geleneksel sorunumuzu saymazsak, her şey yolunda gitti sayılır... Bizdeki şansa bak dedirten "boykot", şansımız oldu anlayacağınız... Sonuçları yarın göstereceğiz, inşallah ondan da bir şey çıkmaz...

Asıl gelmek istediğim konu "tam gün yasası". Bu yasa halen mecliste görüşülüyor... Hükümet kararlı gözüküyor, çıkacak yani... Tam incelemedim ama vatandaş lehine gibi geliyor bana... Bazı tuzu kuru doktorlara zarar vereceği muhakkak da... Sonuçta vatandaş lehine gibi gözüküyor... Naçizane görüşüm, "önce özel muayenehaneye gidip, yüklüce bir para ödedikten sonra hastaneye gelmek" şeklinde özetleyebileceğim mevcut uygulamanın bu ülkeye yakışmadığı yönünde... Ayrıca üniversite hastanelerinde döner sermayeye hatırı sayılır bir para yatırmadan işinizi yaptırmanız oldukça zor... Yeni yasa bu uygulamalara son veriyor gibi... Geçiş döneminde bir takım sorunlar yaşanabilir ama sonuçta vatandaşların lehine olacağı muhakkak... Onun için ben destekliyorum bu yasayı... Hadi hayırlısı...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Bu şiirden çok etkilendim...

Mailime her gün onlarca ileti gelir... Çoğunlukla sıradan şeyler olur... Nadiren özgün iletilerle karşılaşırım... Özgün bulduklarımı genellikle arkadaşlarımla paylaşırım... Dün mailime düşen bir şiiri buraya taşımak istedim nedense... Belki daha önceleri ortalıklarda çok dolaşmıştır... Ama ben ilk defa karşılaşıyorum bu şiirle... Bir kaç defa okudum ve çok etkilendim...

Bu şiir beni ilkokul günlerime götürdü... Tamam çok parlak bir öğrenci değildim sınıfta... Olsun, yine de çocukluk hali işte... Bekliyor birazcık ilgi, alaka... Çok duygusuzdu öğretmenimiz nedense... Belki kendince bir yığın sorunları vardı... Bilemiyorum... Ama ilgisizdi, çok ilgisiz... Kendi halimize savrulur giderdik hep... Gerçi bir kaç öğrenciyle biraz ilgilenir gibi yapardı ama... Yine de ilgisizdi... Her şeye rağmen saygıyla anıyorum kendilerini...



Öğretmenim;

Sana çiçek getirdim dikkatini çekmek için,
Her sabah karşıladım;
Bir gülücük görmek için,
Selam durdum en önde;
Bir günaydın bekledim:
Okan'a gülümsedin; sanki beni görmedin...
Seni sevdim öğretmenim yine de seni sevdim,
Bisikletim olsaydı inan sana verirdim...
Sabah kırağıda geldim,
Buzda karda hep geldim;
Çok üşüdüm öğretmenim üşümüşsün demedin...
Didem hastalanmış Didem dedin Şebnem dedin,
Züleyha'yı Tolga'yı her fırsatta severdin...
Hasta oldum bilerek,
Bunu hiç fark etmedin...
Sevgini kazanmayı bir tek ben beceremedim...
Kapılarda bekledim, tahtayı hep ben sildim;
Bazen ayağa kalktım, kimi zaman eğildim,
Gözümden yaş aktı bazen,
Kendi kendime sildim,
Sana yakın olmayı bir tek ben beceremedim...
Yedi binlere kadar yazın dedin,
Parmaklarım tutuldu yazmaktan vazgeçmedim...
Defterine baktın Aytuğ ile Figen'in,
Dokuz yaprak doldurdum ödevimi görmedin...
Şiir verdin Nalan'a, Zühal'in resmini övdün,
Süreyya'ya güven verdin, beni hiç mi sevmedin?
Gücensem de öğretmenim, hiç kızmadım,
Renk vermedim.
Arka sıradaki Mehmet; seni seven Mehmet'in...

15 Ocak 2010 Cuma

Ödevlerim bitti…

Ödevlerim nihayet bitti… Son ödevimi dün geç saatlerde nihayet tamamlamış bulunuyorum… Benim için sömestre tatili bu gün başladı sayılır… Okulda çocuğun varsa, performans ödevleri artık anne babanın eline bakıyor biliyorsunuz… Bu konuda okul ile veli arasında zımni bir anlaşma var sanki… Ödevlerin şekline bakılırsa, öğrenciden ziyade veliye verildiği anlaşılıyor zaten… Veli toplantısında bu konudan şikâyetçi olan bir arkadaşıma, “performans ödevlerinin bir amacı da öğrenci ile veliyi kaynaştırmak, ortaklaşa proje üretmelerini sağlamaktır” şeklinde cevap vermiş öğretmen… Eee bunun üzerine yapacak bir şey kalmıyor, kuzu kuzu ödevin başına oturuyorsunuz… Kaynaşma ve ortaklaşa proje üretme kısmı, çocuğun manevi desteğinden öteye gidemiyor…

Gerçi çoğu velinin bundan bir şikâyeti yok… Onlar halinden memnun… Bir kısmı zamanında yapmadığı veya yapamadığı “iyi öğrenci” rolünü gecikmeli de olsa oynamış oluyor ve haliyle mutlu oluyor… Bir kısmı da kendine oyalanacak bir iş yaratmış oluyor… Çocuk ödevden iyi bir not alırsa, duyulan onur ve gurur da işin ekstrası sayılıyor… Bize gelince, biz zaten baştan kaybettik bu işi… Kötü alıştırdık çocukları, özellikle oğlumuzu… Ödevlerin bizim işimiz olduğu hususunda çocukların zerre kadar bir şüphesi yok artık… Hatta çocuklar ödevleri doğru bir şekilde anlayıp, zamanında haber verirlerse biz şükrediyoruz bile… Zira çoğu zaman ödevin ne olduğunu “sınıf annesi” denen zümreden öğrenmek zorunda kalıyoruz…

Her neyse durum budur… Yapacak bir şey yok gibi… En azından kısa vadede… Katlanacağız bir şekilde… Haftaya sömestre tatili başlıyor, ama dediğim gibi benim tatilim bu günden başladı sayılır…

Bu dönem oğlumuz için pek verimli geçmedi… İlk defa karnede 4 göreceğiz gibi… Gibisi fazla galiba, kesin göreceğiz… Hatta bir dersten 3 bile görürsek şaşırmayız… Acı ama gerçek… Ne kadar gayret etmiş olsak da matematik sorununu çözemedik bir türlü… Sanırım ikinci dönem farklı bir strateji uygulamamız gerekiyor… Hayırlısı bakalım… Kızımızda şimdilik bir sorun gözükmüyor… Daha üçüncü sınıf ama gayet iyi gidiyor… Abisine pek benzemiyor şimdilik… İnşallah hep bu doğrultuda gider… Söyleyen doğru söylemiş: Ne varsa kızda var, kız olsun da çamurdan olsun…:))

6 Ocak 2010 Çarşamba

Gidiyorum uzaklara...

Gidiyorum bu gün... İçinde yaşadığım bu şehrin gürültüsünü, kirliliğini, karmaşasını arkada bırakarak... Nefes almaya gidiyorum bir kaç günlüğüne... Dağda, bayırda amaçsızca dolaşmaya gidiyorum... En önemlisi dalga sesi duymaya gidiyorum... Kumsalda çakıl taşlarının üzerine oturup, uzaklara dalmaya gidiyorum... Küçük dalgaların kıyıyı dövüşünü, uzaklardan geçen gemilerin ritmini izlemeye gidiyorum... Evet gidiyorum, kendimden geçmeye gidiyorum... Kendimi dinlemeye, kendimi bulmaya gidiyorum... Bir kaç günlüğüne akdenizde küçük bir kıyı kasabasına gidiyorum... Günlük telaşları, sıkıntıları taşımıyorum yanımda... Bıraktım onları arkamda... Bir kaç günlüğüne bekleyiversinler buracıkta... Haftaya görüşmek üzere...

5 Ocak 2010 Salı

Dersimiz matematik...

Haftaya oğlumun matematikten sınavı var... Bu dönemin son matematik sınavı... İlk iki sınavdaki notlar pek parlak değildi... Altmışlı, yetmişli bişeyler... İyi ya demeyin, yeni sistemde pek bir anlamı yok bu altmışların, yetmişlerin... Bizim zamanımızdaydı o meşhur "beşten şaşma, altıyı aşma" muhabbeti... Bir kaç gündür birlikte matematik çalışıyoruz anlayacağınız... Kendine bıraksak çalışacağı yok keratanın... Ama olmuyor bir türlü... Anlatıyorum, anlatıyorum... Nafile... Anladığını zannettiğim soruları birazcık değiştirip tekrar sorduğumda, "sanki duvara konuşmuşum" hissine kapılıyorum... Ümitsizliğim arttıkça da hırçınlaşıyorum... Bu kez iyice kaybolup gidiyor çocuk... İyi ki öğretmen olmamışsın diyor içimden bir ses... Ders anlatmak gerçekten zor işmiş... Hele matematik öğretmek...

Konular da bir alem yani... X'lere, Y'lere öyle bir dalmış ki, sormayın... Cebirsel ifadeler, denklemler, oran-orantı derken başı dönüyor insanın... Çocuğa "üçgenin uzun kenarı kaç olarak verilmiş problemde" diyorum, bön bön bakıyor garibim... Oğlum, "3X+5 verilmiş ya bak" diyorum, anlamıyor... Belli ki bir sayı arıyor gözleri, 10 gibi 15 gibi bir sayı... Bilmiyor ki bundan sonra x ve y'lerden başka sayı gelmeyecek karşısına... Rakamlar kaybolmuş, harflere kalmış meydan sanki...

Veli toplantısında bir kaç kişi notların düşüklüğünden yakınmıştı... Ama öğretmen burnundan kıl aldırmadı... "İlkokul 7 matematiği okulda öğrenilmez. Evde siz öğreteceksiniz, ya da özel ders aldıracaksınız" deyip kestirip attı... Tamam matematik dersinin öğrenciye zor geldiğini, evde biraz takviye falan gerektiğini ben de düşünüyorum ama... Bir öğretmenin güm diye "bu sizin işiniz" demesini pek anlayamadım doğrusu... Hani bir şey de söyleyemedim... Kıl olur bana, acısını çocuktan çıkartır diye düşündüm galiba... Olmaz demeyin, oluyor böyle şeyler...

Madem öyle, iş başa düştü dedim... Başladım çocuğa matematik anlatmaya... Ama olmuyor bir türlü... Bütün anlattıklarım havada kalıyor sanki... Zaten bu konular da pek kolay değil yani... Ortaokuldaki kendi halimi düşünüyorum... O zaman bana anlatılsaydı bu konular, ben de takip edemezdim... Demek ki garip bir yanı yok yaşadıklarımızın... O halde çocuğu zorlamak niye... Valla içinden çıkamadım ben... Çocuk da haklı, ben de...

Ama olmak zorunda... Bu matematik öğrenilmek zorunda... Ülkemiz eğitim sisteminde matematiksiz açılmıyor kapılar... Yarış atı yetiştirmeye devam... İstesen de istemesen de... No way out...!

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yeni yılımız zamlandı...

Geride bıraktığımız yılın son günleriydi... "Memura, emekliye mini zam..." gibi bir haber ilişti gözüme tv zappinglerken... Efendim neymiş, Aralık enflasyonu yüzde bilmem kaçı aşarsa memura, emekliye mini bir zam hakkı doğacakmış... Enflasyon farkı mıymış ne... 1 lira ile 13 lira aralığında bir şey... Bozdur bozdur harca cinsinden yani... Bu tür zam haberlerini duyunca aklım başka tür bir zamma gider hep nedense... Bu defa da öyle oldu... "Geliyor zamlar yine" dedi içimden bir ses... Eyvah dedim, arabanın deposu da boştu... Zam gelmeden doldursaydım bari... Ama yine yetişemedim, yine boş depoyla yakalandım zamma... Benzin çoktan 3.65 TL olmuş bile...

Efendim yeni yılla birlikte yağmaya başladı zamlar... Benzinden, elektriğe... Telefondan, suya... Aklınıza ne gelirse... Hele içki ve sigarada kantarın topuzu iyiden iyiye kaçmış... Hükümetin 2010 yılı enflasyon öngörüsü yüzde 4 olmasına rağmen, ilk gün zamları yüzde 6-7'den başlıyor... Nasıl olsa vatandaşın gıkı çıkmıyor ya, daya zammı...

Hangisi iş başına gelirse gelsin yöntemleri değişmiyor... ÖTV gibi KDV gibi dolaylı vergilere yükleniyorlar da yükleniyorlar... Bu da zam olup yağıyor garibanın başına... Mehmet Şimşek'te farklı çıkmadı... Hani umutlanmıştım Unakıtan'dan sonra... Avrupalarda okumuş, Amerikalarda çalışmış, vardır farklı bildiği bir şeyler demiştim... Ama yanılmışım... Mehmet'te aynı yolun yolcusu çıktı... Bizimkilere uydu Mehmet... Kolayına kaçtı Mehmet... Zevki sefaya daldı Mehmet... Dolaylı yolu tercih etti Mehmet...

Efendim insafı yoktur dolaylı vergilerin... Adaleti de yoktur... Garibandan da aynı miktarda alınır, multi milyarderden de... Bir litre benzin aldığında gariban da aynı miktar ÖTV öder, zengin de... Gelire bakmaz dolaylı vergiler... Harcama üzerinden alınır... Bu özelliği nedeniyle gelişmiş ülkelerde pek yaygın değildir dolaylı vergiler... Bütçe denkleştirmek için başvurulmaz dolaylı vergilere... Esas olan doğrudan kazanç üzerinden alınan dolaysız vergilerdir... Ya ülkemizdeki durum... Ülkemizde durum tersinedir... Dolaylı vergiler esas, dolaysız vergiler istisnadır... Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 80'e dayanmıştır... Ücret üzerinden alınan gelir vergileri de düşülürse bu oran muhtemelen yüzde 90'ı geçer... Bu bir adaletsizliktir... Zenginden vergi alınmadığının veya alınamadığının bir göstergesidir... Devlet bütçesi sıradan vatandaşın ödediği KDV ve ÖTV'ler ile denkleştirilmeye çalışılmaktadır... Bu bir sosyal adaletsizliktir... İsyanım bunadır... Garibanın canına tak etmiştir artık...

Dünyada en pahalı benzini benim vatandaşım kullanmaktadır... En pahalı içki, en pahalı sigara, en pahalı telefon, en pahalı internet, en pahalı elektrik benim ülkemdedir... İsyanım bunadır... Mehmet Şimşek'te yanlış yapmıştır... İşin kolayına kaçmıştır... Kayıt dışılığı önleyememiştir... Kümese yeni kazlar koyamamıştır... Sıkıştığında mevcut kazlardan bir tüy daha koparmanın dışında yeni bir çözüm üretememiştir... Dolaylı vergileri dolaysız vergilere tercih etmiştir Mehmet... Yazık ki, ne yazık bu millete...