29 Kasım 2010 Pazartesi

Ah bu mimler...

Dostlardan mim yağıyor bu günlerde... Hem de sağnak şeklinde...

Ruhgezgini arkadaşım 20 maddelik bir anket yollamış... Doğum ile ölüm arasındaki yaşanmışlıkları sevgi ve nefret ekseninde özetlememi istiyor adeta... Sevdiceklerim çoktur da, nefrete bulaşmamaya gayret ederim kendimce...

Minimalist arkadaşım anılar, değerler ve bunların yüklendiği eşyalar üzerine bir yazı kaleme almamı istiyor... Felsefi derinlik olmazsa olazıdır bu yazının herhalde... Felsefi değeri olmasa da bazı anı kırıntılarım vardır herhalde diye düşündüm...

Vesselam arkadaşım "aşk nedir" diye soruyor bana... Kızılcık şerbeti nedir hiç bilir mi acaba...

Yüreğine Gülümse arkadaşım garip alışkanlıklarımı yazmamı istiyor 7 maddede... Sığar mı garabetlerim 7 maddeciğe diye düşünmeden edemedim...

Gözümden kaçan başka mimler de olmuştur şüphesiz...

Mimler güzel... Konuları da güzel... Ama kaybolmuşum ben... Yapılanlar ve yapılacaklar listesinde kaybolmuşum ben... Yolumu gözleyen yığınla iş arasında kaybolmuşum ben... Tezimi yetiştiremedim, af yolu gözler olmuşum ben... Danışmanıma söylenebilecek bütün masum yalanları tüketmişim ben... Kısacası yaşıyor muyum yoksa yaşamıyor muyum karar veremedim ben...

Bu kaybolmuşluk serüveninde mimlere sıra gelir mi peki... Bilemem... Sıraya koydum işte... Ben diyeyim haftaya, siz anlayın seneye... Belki de kaynar gider araya...

Mim dağarcıklarına beni de dahil eden tüm dostlarıma teşekkür ediyorum... Umarım cevapsız kalmazlar... Kalırsa da bağışlayın beni lütfen...

26 Kasım 2010 Cuma

Kızamuk Ağıdı

Ben, gamlı, donuk kış güneşi,
Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.
Köyleri, yolları, dağı taşı
Isıtıyor, avutuyordum.

Bir köy gördüm tâ uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,
Çocukları kızamuk döküyor,
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,
Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,
Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,
Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.

Ali'lerin kızı Emine'yi gördüm,
Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,
İkindiye doğru, evlerine vardım,
Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.

Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,
Ah, güllü Gülizar öldü,
Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,
Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.

Gamlı türkümle tepeden aşağı bıraktım,
Bıraktım kendimi düşesiye, ölesiye,
Bu acıdan sonra nasıl doğacaktım,
Nasıl dönecektim aynı köye?

İniyor ve karaltında örtüyordum,
Bu çocukları, bu habersiz çocukları,
Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum.
Bir şey demek için açılmıştı dudakları.

Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden
Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım,
Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden,
Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.

O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,
Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?
Ben perişan, utanmış... bu köyün üstünde,
Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?

Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,
Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,
Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,
Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.

Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın
Bütün suçlarını kalbimde taşırım,
Görerek ah, görerek, bilerek bir yığın
Karanlık gündüzün üstünde yaşarım.

Her mevsim dolanıp geldiğinde bu köye
Gücük ayda, kar örtülü bu ovada,
Utancımdan, hıncımdan yaş dökerek böyle,
Gamlı ve perişan asılı duracağım havada.

İkindiye doğru bırakıp kendimi
Bu küçük mezarların üstüne.
Bilmeyeceksiniz, perişan, çaresiz halimi,
Gül diyeceğim, gül dereceğim gül üstüne.
Yol kıyısında yirmi üç çocuğun mezarı,
Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne

Ceyhun Atuf KANSU

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmenlerimiz...

Bu gün 24 Kasım... Öğretmenler günü yani... Tek güne indirgenmiş hatırlamaları, kutlamaları pek sevmesem de... Yine de anlamlıdır öğretmenler günü... En azından anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi ticari boyutu ağır basan günlerden farklı görürüm öğretmenler gününü...

Buralarda birer cumhuriyet altınına indirgenmiş olsa da... Bilirim farklı algılanır ülkemin farklı köşelerinde öğretmenler günü... Hele kuş konmaz kervan geçmez Anadolu köylerinde farklıdır öğretmenlik mesleği... Öğrencilik de farklıdır oralarda... İmkanlar sınırlı, ızdıraplar fazladır... Öğrenciden ziyade ırgattır, çobandır küçük yürekler... İşlemek gerekir o körpe yürekleri... Bir anne, bir baba şefkatiyle yaklaşmak gerekir onlara... Sadece dersi anlatmak yetmez... Dalmak gerekir iç dünyalarına... Sinmiş kişiliklerini alıp gün yüzüne çıkartmak gerekir... Kısacası çalışmak çabalamak gerekir... Kazanılacak bir kişi bir kişidir demek gerekir...

Şehirde de zordur öğretmenlik... Gelir dağılımının bu kadar bozulduğu ülkemizde belki de daha zordur şehir öğretmenliği... Geçim derdi bir yanda, onca çocuğun sorumluluğu diğer yanda... Yokluk görmemiş zengin çocuğu ile kıt kanaat geçinen kapıcı çocuğunu aynı potada eritmek zor zanaat... Bilir bilmez her işe müdahil olan ne oldum delisi veliler de cabası... Ceberrut müdür ve müfettiş desen ayrı bir dert...

Evet, hep ilkokul ekseninde ele alınır öğretmenler günü... Yersiz de sayılmaz bu algı... Zira minnacık yavruların anne babası gibidir ilkokul öğretmenlerimiz... Bu nedenle sınıf öğretmenliğine has bir duygu gibidir öğretmenler günü öğretmenliği... Zaten ortaokula (yenilerde ikinci kademe deniyor galiba) geçişle birlikte yavaş yavaş "hoca"ya dönüşür "öğretmen"lik... Mutlaka bir iki tane sevimsizi de çıkar bu hocaların... Dolayısıyla "öğretmen" kelimesinin tılsımı yavaştan bozulmaya başlar...

Ama ben ortaokul ve lise öğretmenlerini de çok önemsiyorum... İlkokul beşe kadar olan dönemi "okulu ve okumayı sevdirme faaliyeti" olarak görüyorum ben... Bu dönemin telafisi her zaman vardır... Okuması zayıf olan öğrenci sonradan geliştirebilir bunu... Toplamayı çıkarmayı öğrenememiş bir çocuk fazlasıyla matematik dahisi olabilir sonradan... Ama ortaokulun telafisi yok gibidir... Lisenin ise hiçten telafisi yok... Bu nedenle ortaokul ve lise öğretmenliği çok daha önemlidir diye düşünüyorum...

Öğretmenliğe biraz da sorumluluk cephesinden bakıyorum ben... Ülkemizde her şey matematik ekseninde şekilleniyor... Yani bir şekilde matematiği iyi olan öğrenci sürekli başarılı oluyor... Matematiğin kodlarını çözemeyen öğrenci ise, diğer derslerde allame-i cihan olsa bile bir noktaya kadar başarılı sayılıyor... O halde ortaokul ve lisedeki matematik öğretmenlerine çok iş düşüyor... Bir şekilde matematiği öğretmek gerekiyor bu çocuklara... Bir sınıftaki toplam öğrencinin yarısı matematik sorununu halledememiş ise o öğretmen başarısızdır benim gözümde... Bu konuda mazeret kabul etmiyorum... Sınıftaki çalışkan üç beş öğrenciye bakıp kendini kandırmamalı öğretmenlerimiz... O üç beş kişi bir şekilde başarılı olacaktır... Öğretmen olmasa da başarır o çocuklar... İyi öğretmen, başarıyı genele yayabilen öğretmendir... Kenarda köşede kalmış öğrencileri keşfedip arenaya sürebilen öğretmendir... Kolay mı peki?.. Değil ama imkansız da değil...

Türkçe ve edebiyat öğretmenlerine de çok iş düşüyor ülkemizde... Genetik olarak okumayı sevmeyen bir milletiz biz... Yazı yazmayı da pek beceremiyoruz her nedense... Öğretmenlerimizin bu konuda da biraz gayret sarfetmesi gerekiyor... Okumayı sevdirecek yöntemler mutlaka vardır... O yöntemleri bulup uygulamaya sokacak öğretmenlerimiz... Ne yapsam okumuyor bu haylazlar diye sızlanmanın alemi yok... Okutulacak bir şekilde... Açıkçası "yazı yazma" konusunda ne yapılabilir bilemiyorum... Bu konu pek kolay bir mesele değil... Sanırım biraz da okumakla ilintili bir mesele...

Ya diğer dersler?.. Hepsi de çok önemli hiç şüphesiz... Ama gözlemim o ki, matematik ve türkçeden iyi olan bir öğrenci diğer derslerden de başarılı oluyor bir şekilde... Ama matematik ve türkçeden başarısız olan bir öğrenci, diğerlerinden başarılı gibi gözükse de sonuca gidemiyor...

Bizimkisi hariçten gazel okuma... Ne kadar zor bir uğraş olduğunu tahmin edebiliyorum eğitim işinin... Hakkı verilebilirse bir okadar da onurlu... Eser yaratmak büyük iştir... Eğitimli, kültürlü, başarılı nesil yetiştirmeden daha büyük eser olabilir mi peki?.. Eseriniz bol, gününüz kutlu olsun sevgili öğretmenlerim...

ÇOCUKLARIM
Yoklama defterinden öğrenmedim sizi,
benim haylaz çocuklarım!
Sınıfın en devamsızını
bir sinema dönüşü tanıdım,
koltuğunda satılmamış gazeteler...
Dumanlı bir salonda
kendime göre karşılarken akşamı,
naneşekeri uzattı en tembeliniz...
Götürmek istedi küfesinde
elimdeki ıspanak demetini
en dalgını sınıfın!
İsterken adam olmanızı
çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
palto, ayakkabı yüzünden.
Kiminiz limon satar Balıkpazarı’nda
kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder;
biz inceleye duralım aç tavuk hesabı,
tereyağındaki vitamini
ve kalorisini taze yumurtanın!
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta,
çevresini ölçtük dünyanın,
hesapladık yıldızların uzaklığını,
Orta Asya’dan konuştuk
laf kıtlığında.
Neler düşünmedik beraberce
burnumuzun dibindekini görmeden
bulutlara mı karışmadık!
“Hazan rüzgârı”nda dökülmüş
“hasta yapraklar”a mı üzülmedik!
Serçelere mi acımadık, kış günlerinde
kendimizi unutarak!
Rıfat Ilgaz-1943

9 Kasım 2010 Salı

Kurban ekonomisi...

Bayramları çok severim bilirsiniz... Dini, milli hiç farketmez... Kaynaşmaya, paylaşmaya vesile olarak görürüm böyle günleri... Ama kurban bayramı biraz sevimsiz gelir bana... Olayın dini boyutu başka tabi ki... Orasına diyecek bir sözüm olmaz... Kutsal kitaplar yazmışsa başım üstüne... Sorgulamaktan bile imtina ederim...

Olayın dini boyutunu bir kenera bırakacak olursak... Kurban bayramındaki şehir manzaraları rahatsız eder beni... Kurban çadırları, kamyonetlerde taşınan gözü pörtlemiş danalar, kan revan içindeki kesim alanları, et paylaşan kalabalıklar pek bir sevimsiz gelir bana... Bu nedenle içi buruk girerim bu bayrama... Bu iş ne kadar organize de yapılsa sinmez içime... Çağımızın şehir yaşantısına uygun yeni bir yorum gerekiyor galiba bu bayrama... Yapılabilir mi, ya da ne zaman yapılabilir bilemiyorum...

Kurban ibadeti aynı zamanda ekonomik boyutu olan bir ibadet... Parasal yanı var yani... Parasal boyutu olan her olgunun zamanla değişime uğraması kaçınılmazdır... Bu ibadet de mutlaka zamanla değişime uğramıştır... Ekonomik getirisini maksimize edecek şekilde bir değişim... Ama bu konunun uzmanı değilim... Ne söylesem temelsiz yani... Sadece gözlemleyebildiklerimi yazıyorum...

Daha bir kaç yıl öncesine kadar "deri" ekseninde fiyatlanırdı bu bayramın ekonomik boyutu... Kurban bayramı deri kapmaca yarışına sahne olurdu... Deri toplamaya yetkili ve yetkisiz kişiler olurdu... Bu işe soyunanlar en çok deriyi toplama gayretine girerdi... İyi organize olabilenler fazla deri toplar, bunu iyi paralara tahvil ederlerdi... Bu dönemde kurban ekonomisinin hacmi haliyle pek büyük değildi...

Kurban sektörü son yıllarda şekil değiştirdi... Derinin yüzüne bakan yok şimdilerde... Bağış yoluyla kurban kesimi moda oldu artık... Bağışlayan zahmetinden kurtulmuş oluyor, bağışlanan da deriden daha büyük bir ekonomik değere kavuşmuş oluyor... Çift yönlü kazanç anlayacağınız... Önceleri aile başına bir kurban kesilirken, bu günlerde aile ferdi başına bir kurbana doğru gidiyor... Yorumlar, fetvalar bu yönde gelişiyor zira... Olayın ekonomik boyutu bu trendi zorluyor olsa gerek... Her neyse...

Asıl kurban ekonomisi bu noktada başlıyor... Yani kurban bağışlarıyla... Diyanet Vakfı, Mehmetcik Vakfı, Kızılay, Lösev, çeşitli dernek ve cemaatler... Bunlar ve daha niceleri vekalet yoluyla kurban bağışı kabul ediyor... İstisnalar dışında bu işi yapanların kesim konusunda pek bir hile yaptığını sanmıyorum... Yani bağışlayanın kurbanı mutlaka onun adına kesiliyordur... En azından geçen yıl basına yansımış olan hadiselerden sonra bu yıl bu konuda bir suistimalin olacağını düşünmüyorum... Ancak çoğu kimse kesilen etlerin fakir fukaraya dağıtıldığını sanıyor... Evet bir kısmı böyle değerlendiriliyor... Ama çok önemli bir kısmı satılarak paraya tahvil ediliyor... Satılsın, ona da bir itirazım yok... Nasıl olsa bu işi yapan kuruluşların hizmetleri doğrultusunda kullanılacak bu paralar...

Peki sorun nerede... Sorun iki noktada ortaya çıkıyor... Birincisi, daha fazla bağışta bulunulması için toplum sürekli yönlendiriliyor... Bazı cemaat ve topluluklar bu konuda adeta seferberlik ilan etmiş vaziyette... Doğmamış çocuk için bile kurban kesilmesi gerektiğine dair fetvalar yayınlanıyor... Önceleri aile başına kesilen kurbanlar şimdilerde neredeyse fert başına doğru gidiyor... Kurbanlardan biri ev için kesiliyorsa, diğerleri bağışlanıyor haliyle... Bu da doğal olarak kurban bayramı dolayısıyla kesilen hayvan sayısının artması demek... Artan hayvan talebi fiyatları şişirdikçe şişiriyor... Sorunun diğer ayağı ise bağış yoluyla kesilen hayvanların karkas et olarak piyasada satılmasında yatıyor... Piyasada satılan etler bir kaç tüccarın elinde toplanıyor... Bir kaç tüccarın eline geçen etler, yıl içinde manipüle edilmiş fiyatlardan mutfaklarımıza giriyor... Son yıllardaki et fiyatlarında yaşanan artışın ana sebebi budur diye düşünüyorum... Yani bağış yoluyla kurban kesiminin yaygınlaşması... Yoksa ülkemizdeki hayvan sayısında denildiği gibi dramatik bir düşüş falan yaşanmıyor... Sadece aynı anda kesilen çok sayıdaki hayvanın belli ellerde toplanması hadisesi yaşanıyor...

Evet, her olgu kendi ekonomisini yaratıyor... Kurban bayramı da Kurban Ekonomisi diyebileceğimiz yeni bir disiplinin doğmasına neden oldu... Bu ekonominin parasal hacmi gün geçtikçe daha da büyüyor... Arz tarafı iyi yönetilemediği için, bu yeni ekonomi bize artan et fiyatları olarak yansıyor... En azından et fiyatlarının artmasında kaldıraç görevi görüyor...

Her şeye rağmen bayramlarımız güzeldir... En azından güzel tarafından bakmaya çalışmalıyız... Herkesciklerin kurban bayramını şimdiden kutluyorum...

PS: One Lovely Blog Award listesine beni de dahil etme inceliğini gösteren sevgili arkadaşım Gımızı Momol'a şükranlarımı sunuyorum... Nedir, kime verilir, niye verilir bilemiyorum ama ödül ödüldür işte...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Devletimiz büyüktür affeder...

Hata yapmak kula mahsustur... Yapıyoruz hataları... Borç takıyoruz devletimize... Vergi borcu, elektrik borcu, su borcu, prim borcu, trafik cezası borcu derken birikiyor borçlarımız... Biliyoruz ki devletimiz büyüktür... Azametlidir... Bağışlayıcıdır... Barıştan yanadır... Tasalanmamak gerek borçtan yana... Affedicidir devletimiz... Affetmek büyüklüğün şanındandır zaten...

Evet, yine öyle oluyor... Bağışlıyor devletimiz... Seçimler yaklaşırken yine af hazırlığında devletimiz... Başbakanımızı da bilgilendirmişler... İcazet almışlar... Kapsamlı bir af olacakmış... Vergi, elektrik, su, doğal gaz, trafik cezası, üst kurullar tarafından kesilen cezalar, ecri misiller, prim borçları ve daha niceleri... Her türlü borca af getiriyor devletimiz... Barışıyor her kesimle... Kucaklaşıyor halkıyla... Siliyor alacağını... Gösteriyor büyüklüğünü... Fazla da istediği bir şey yok ha... Yaklaşan seçimlerde uslu olmamızı istiyor o kadar... Geçmiş kırgınlıklardan, dargınlıklardan arınmış olarak gitmemizi istiyor sandık başına... Başka bir hesabı yok...

Ben ise pek mahzunum... Kaçırdım yine fırsatı... Borçsuz yakalandım yine büyük barışmaya... Sazan gibi zamanında ödemişim bütün borçları... Haksız yere yazılan trafik cezasını bile %25 indirim yapıyorlar diye koşa koşa ödemişim... Araba vergilerini, elektrik faturalarını, su faturalarını hep zamanında ödemişim... Kalmamış hiç bir şeyim büyük kucaklaşmaya... Pek saf hissettim kendimi şimdi... Öyle olur zaten hep... Avucumu yalarım her daim... Akaryakıt zamlarına da boş depo yakalanırım hep... Iskalarım fırsatları bir bir... Korkarım borçtan harçtan... Bulur buluşturur, öderim günü gününe... Devletim büyüklüğünü gösterdiğinde de yalarım avucumu... Yine yalayacağım avucumu işte... Ne yapayım şimdi ben...

Evet, af geliyor... Hem de en kapsamlısından... Horzumlar, hortumcular, nayloncular affediliyor bir bir... Adı vergi barışı mı olur, varlık barışı mı olur bilemem artık... Kanunda af yazmaz ama affın babası yer alır maddelerde... Hayırlı olsun milletimize... Sevinsin uyanıklarımız... Borcunu ben gibi zamanında ödeyen saflar mı? Geçmiş olsun onlara... Kim dedi onlara kuzu olun diye... Vatandaş gibi vatandaş gerek bu memlekete...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir bayramı daha uğurlarken...

Evet, bir Cumhuriyet Bayramını daha uğurladık... Bu günlerde bayrama doyduk desek yeridir... Dini, milli bayramlar arka arkaya geliyor bir süredir... Daha bir süre de böyle gidecek... Neyse şikayetim yok benim...

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına çocukların okulunda başladık... Klasik konuşmalar yapıldı, şiirler okundu, marşlar söylendi... Ankara'da havalar biraz soğuktu... Bundan olsa gerek, bayrama ilgi biraz azdı... Daha önceki yıllara nazaran daha az sayıda veli ve öğrenci gelmişti törene... Bayram kapsamındaki etkinliklere çocukların ilgisi velilerden daha azdı... Velileri oldukça ilgili gördüm... Tabi kendini elindeki fotoğraf makinesi ve kameraya kaptırmış olan velilerden bahsetmiyorum... Onların tek derdi bir kaç kare görüntü yakalamaktan ibaretti... Buna da fazlasıyla alıştım zaten... Her neyse... Anladım ki, Cumhuriyetin önemini ve kıymetini ancak olan biteni biraz idrak edebilecek yaşa gelmiş biz büyükler anlayabiliyoruz... Çocuklar için biraz erken bir mevzu bu cumhuriyet...

Bayramda yaşananlar benim açımdan oldukça düşündürücüydü... Cumhuriyet Bayramı, ulus olarak en önemli milli bayramımız... Birbirimize kenetlenmemiz gereken günlerden biri... Her türlü husumetin, kırgınlığın, ayrışmışlığın unutulması gereken bir gün... Ama hiç öyle olmadı... Protokol gereği zoraki bir araya gelen büyüklerimiz bırakın tokalaşmayı, birbirinin yüzüne bile bakmadı... Asık suratlarıyla biri anyaya baktı, diğeri konyaya... Devletin başındakiler ortak bir baloda bile buluşamadı... İktidarın balosu ayrı, muhalefetin balosu ayrıydı... Askerler de alternatif balolarda buluştu... Tam bir ayrışma ve çatışma görüntüsü sergilendi anlayacağınız... Hem de bilerek ve isteyerek... Gözümüze sokarcasına... Oysa kutlanan cumhuriyetti... Bir toplumun yeniden doğuşunun ve yörüngesinin yeniden tanımlanmasının adı olan cumhuriyet... Kısacası yaşananlar cumhura da yakışmadı, cumhuriyete de... Onu bize armağan edene hiç yakışmadı...

Olup biteni endişeyle izliyorum... Yarınlara dair pek bir umudum kalmadı sayılır... Artık haklı haksız ayrımı da yapmıyorum... Haklı olsanız ne yazar, haksız olsanız ne yazar... Millete reva mı bu?.. Sıkıldım alayınızdan...