13 Temmuz 2011 Çarşamba

Mutlak iktidarlar...

Ülkemiz uzun süreler koalisyonlarla idare edile gelmiştir... Yani bir kaç partiden oluşan hükümetler... Teorik olarak fena bir şey değil aslında... Çok renkli, çok kültürlü, değişik kesimleri kucaklayan hükümetler...

Son on yılı saymazsak, 60'lı yılların başından bu yana neredeyse sürekli koalisyon hükümetleriyle yönetilmişiz... Bu kadar uzun bir sürede iyi bir koalisyon geleneği oluşturmuş olmamız gerekirdi... Ama olamamış maalesef... Koalisyon denince yönetemeyen, beceriksiz hükümetler anlaşılır olmuş... Birbirine şüphe duyan, güvensiz, samimiyetsiz koalisyon ortakları...

Keşke böyle olmasaydı... Uzlaşmacı, saygın, çözüm odaklı bir koalisyon kültürü yaratabilseydik... Bizim gibi toplumsal mutabakatı zayıf ülkelerde, mutlak iktidarlar koalisyonlardan daha kötü sonuçlar doğurabiliyor maalesef... Evet tek parti iktidarları ile yönetim kolay oluyor... Karar alma ve uygulama süreçleri daha hızlı oluyor... Çabucak sonuca gidebiliyorsunuz... Bunun yansımaları iktisaden de görülebiliyor... Ekonomi canlanıyor, zenginlik artıyor, varlık fiyatları şişiyor... Bunlar işin pozitif tarafı...

Ama işin negatif yanı hiç yabana atılacak türden değil... Toplumun bir kesimi hep kendini dışlanmış, kenara itilmiş hissediyor... İktidarı, kendi iktidarı gibi göremiyor... Öbürlerinin iktidarı algısı bilinç altına fazlasıyla işlemiş... Bu algı, balkon konuşmalarıyla falan değiştirilemiyor maalesef...

Mutlak iktidarın sakıncalı yönleri muhalefet baskısı ile frenlenebilir diye düşünebilirsiniz... Ama ülkemizde bu da olamıyor... Konu mankenliğinden öteye gidemiyor ülkemizin muhalefeti... Zira muhalefet partileri kendilerinde bir iktidar potansiyeli göremiyor... İktidar umudu olmadan muhalefet de yapılamıyor anlayacağınız... Bu durum, mutlak iktidarı daha da mutlak hale getiriyor... Seçimlerden sonra yaşadıklarımız buna işaret ediyor... Daha da katılaşmış mutlak iktidar süreci... Dediğim dedik, kestiğim kestik...

Çıkarmışsınız bir KHK yetkisi... Akşam alıp, sabah uyguluyorsunuz kararları... Ne bir istişare, ne bir müzakere... Bakanlıkları kafanıza göre bölüp birleştiriyorsunuz... Olmadı bir daha harmanlıyorsunuz... Mevcut kadroların hepsini havuza gönderiyorsunuz... Yöneticilerin hepsini araştırmacı-müşavir kadrosuna alıyorsunuz... Yasa emri olduğu için yargı yolu da kapalı... Yapılanların yanlışlığını dile getirecek bir muhalefet de yok... Onlar kendi yarattıkları suni krizlerin çözümüyle meşgul... Yemin krizi...

İki gün önce bir KHK  daha yayımlandı... Bu defa da Maliye Bakanlığı harmanlanmış... Denetim birimlerini tek çatı altında toplama adına önemli kurumları tırpanlamışlar... Hesap Uzmanları Kurulu yok artık... Hesap Uzmanlığı mesleği tarih oldu gayri... Horzumlara, hortumculara, vurgunculara, hayali ihracatçılara gün doğdu...  Hepimizin gözü aydın!..

Seçim meydanlarında Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında 'kim daha bilgili' atışması yaşanıyordu... Kılıçdaroğlu saftirik tabi... Ağzından kaçırıverdi... 'Ben Hesap Uzmanıyım, ciddi sınavlardan geçtim, dereceler yaptım' gibilerinden şeyler söyledi... Unutur mu Tayyip Bey bunu... Yazmış bir kenera... Sen misin Hesap Uzmanı olan... Hem de bu meziyetini Tayyip Bey'e karşı bir üstünlük olarak kullanan... 'Kapattım Hesap Uzmanlarını' dedi işte... Kimseciklerle tartışmadan, müzakere etmeden... Zaten Tayyip Bey'in belediye başkanlığı dönemindeki 'Akbil yolsuzluğu incelemesi'ni yapanlar da hesap uzmanıymış... Sicilleri kabarıkmış yani... Görsünler günlerini!..

Evet, iktidarın giderek daha da mutlakiyet kazanan görüntüsünden ben ciddi şekilde endişe duymaya başladım... Bu gidişin sonu pek hayra alamet değil gibi... 'Ben yaptım oldu' şeklindeki anlayış her geçen gün daha da güçleniyor sanki... Her şeyi milli iradeye bağlayan, her şeyi milli iradeye mübah gören anlayış... Milli iradeye tamam, başım gözüm üstüne... Altında ezilmeyelim yeter ki...

5 Temmuz 2011 Salı

Büyüyen Türkiye...

Siyasetin tozu dumanı arasında kaynadı gitti sanki... Ülkemizin yüzde 11 büyümesinden bahsediyorum... Evet ilk çeyrekte yüzde 11 büyümüşüz... 100 lirası olanın serveti 111 lira olmuş yani... Dünya rekoruymuş bu... Büyüme denince ilk akla gelen ülkelerden Çin'i ve Hindistan'ı bile solamışız... Herkescikler bizi kıskanıyormuş... Helal olsun doğrusu...

Cebimi yokladım, bana bulaşmamış... Ya da başkaları tarafından araklanmış... Belki de ben kaybetmişimdir... Kesin olan, bende olmadığı... Ben büyüyememişim yani... Başkaları büyürken büyüyememek... En acısı da bu zaten... Herkes zenginleşirken sap gibi kalakalmışım ortalıklarda...

Verilere biraz yakından bakınca farklı bir büyüme olduğunu görüyoruz bunun... Tüketerek büyüme... Yani habire tüketmişiz, tükettikçe de büyümüşüz... Benim bildiğim tükettikçe küçülünür... Ama öyle olmamış bu defa... Tüketim büyüme getirmiş... İktisatçılar güzel de bir isim bulmuş buna: Tüketime Dayalı Büyüme...

Tüketecek bir şeyler olduğuna göre, "birileri de üretmiştir işte" diyebilirsiniz... Doğru, doğru olmasına da... Üreten uzaklarda... Sınırlarımız dışında... Hans'lar, Corc'lar üretmiş, biz tüketmişiz... Yan gelip yatarak büyümüşüz yani... Elin oğlu çalışıp üretmiş, biz de basıp parayı satınalmışız... İthalata Dayalı Büyüme olmuş teknik adı da... Oh ne güzel... El çalışıyor, biz yiyoruz...

Evet, şaka bir yana... Gerçekten bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor toplumumuzda... On taksit, yirmi taksit diyerek habire alıyoruz bişeyler... Tatile gidiyoruz, 12 taksitte ödüyoruz... Buzdolabı alıyoruz, 24 taksitte ödüyoruz... Çarşıda pazarda yok yok... Hepsi ithal... Muz, Birezilya'dan... Prinç, Romanya'dan... Susam, Çin'den... Atlet-don, Dominik Cumhuriyeti'nden...

Ülkemize döviz yağıyor biyerlerden... Kaynağı şimdilik belirsiz... Döviz yağdıkça paramız değerleniyor... Paramız değerlendikçe elin oğlunun ürettiği mallar ucuz geliyor bize... Biz de alıyoruz habire... Alan memnun, satan memnun... Tam bir saadet zinciri... Değmeyin keyfime...

Peki nereye kadar sürer bu saadet zinciri?.. Sürebildiği son noktaya kadar sürer... Limondaki son damlaya kadar yani... Bir damla limonun bile heba olmasını istemez spekülatörler... Ama eninde sonunda patlar... Benim bildiğim tek gerçek bu... Ama on gün sonra, ama on yıl sonra... Bilemem...

Peki patlayınca ne olur?.. Merak etmeyin bişey olmaz... En fazla tarih tekerrür etmiş olur... Dananın kuyruğu kopar yani... Bize ne ki bundan... Bu hengamede bizim de zincirimiz kopar belki... Kötü mü?..

21 Haziran 2011 Salı

Uzunca bir aranın ardından...

Bir süredir yazamıyorum... Elim varmıyor her nedense... Önceleri yazdırtmıyorlardı, yasaktı girmek bloglara... Sonra da "ben yazmıyorum işte" dedim... Güya birikmiş işlerimi halldecektim... Ama olmadı... Yapılacaklar listesi aynen duruyor oracıkta... Onlar bana bakıyor, ben onlara... Değişen birşey yok anlayacağınız... Elde var sıfır oğlu sıfır...

Geçen süre zarfında kayda değer tek olay seçimlerdi galiba... Onun da ne kadar kayda değer olup olmadığı tartışılır... Her şeyden önce sonucu belli bir seçimdi... Alabildiğine yavan ve ruhsuzdu... Seçim meydanları kalabalıktı ama heyecandan yoksundu... Seçmen beklentisizdi... Nedense oy kayması yaşanmadı... Seçime girerken saflar korunuyor gibiydi, öyle de oldu... Referandum süreci iktidar partisine yaradı... Toplum algısal olarak kutuplara ayrıştırıldı; bu kutuplaşmış yapıyla seçime gidilmiş oldu... Hükümetin geçmiş icraatları, muhalefetin vaatleri önemini kaybetti... Seçimde hangi kutbun iktidara geleceği oylanmış oldu...

Bu yapı korunduğu sürece iktidarın işi daha da kolaylaşacak demektir... Belediye seçimleri için çalışmaya falan gerek yok... Kamplaşmayı körükle, safları sıkılaştır yeter... 'Bize oy vermezseniz sol gelir' söylemi uzunca bir süre iş yapacak gibi gözüküyor...

Seçimin tek galibi AKP ve kürtlerdir... Ortaya çıkan tablo CHP ve MHP açısından hezimetten başka bir şey değildir...

AKP'nin başarısı için "tarih yazdılar" desek yeridir... Bu başarı temelsiz değildir... Öyle Aziz Nesin'le, bilmem ne sendromlarıyla açıklanacak türden bir başarı değildir bu... Bu tür yüzeysel ve aşağılayıcı değerlendirmeler AKP'yi daha da güçlendirir... Hiç kimse kendini aptal görmez, aptal görenleri de affetmez; gerçekten aptal olsa bile... Bu parti, beğenelim yada beğenmeyelim, Türkiye'ye malolmuş bir partidir... AKP halkı iyi tanımış, seçmen davranışlarını iyi analiz edebilmiş bir partidir... İyi organize olmuş, iyi çalışabilmiş bir partidir... Sağlıkta, ulaşımda, belediyecilikte, sosyal devlet uygulamalarında yapılan işler toplumun bir kesimi için sıradan şeyler olarak görülebilir... Ama geniş halk kitleleri nezdinde bu işler 'hayalden gerçeğe dönüşen' eylemler olarak yankı bulmuştur... AKP'nin ve başbakanın eleştirilen yönleri, halk nezdinde 'hafif kusur' mertebesinde derecelendirilmiştir... Sonuç olarak AKP başarıyı hak etmiştir, halk nezdinde de karşılık görmüştür...

Seçim sonuçları kürtler açısından da başarılıdır... İyi organize olmuşlar, iyi çalışmışlar ve sonuçta milletvekili sayılarını neredeyse ikiye katlamışlardır... Görüldüğü üzere çalışan karşılığını alıyor... Ama 'başarı odaklı' çalışmak kaydıyla... Bu konuyu ileride CHP'ye bağlayacağım...

Seçim sonuçları itibariyle kürtler başarılıdır... Ama bu başarı kürtleri nereye götürür bilemem... Sokaktaki karnı aç, baldırı çıplak kürt halkı bu başarıdan ne kadar pay alır bilemem... Bu başarı sosyolojik olarak kürtleri mutlu edebilir... Ama kırma, dökme, yakıp yıkma kültürü üzerine kurulu mevcut kürt politikası (veya politikasızlığı), zaten eğitimsiz ve mesleksiz olan bölge insanını daha da gerilere iteceği kesin gibidir... Kusura bakmayın ama bunu da sokaktaki kürtler düşünsün... 'Ana dil karın mı doyuracak' diye soran Bahçeli haklı galiba...

Konjonktür MHP açısından olumluydu... Açılım, saçılım kafakarışıklığı bir tarafta, kürt şımarıklığı diğer tarafta; ortam sanki MHP için hazırlanıyor gibiydi... Ama olmadı... MHP beceremedi... Gürleyemedi... Yüreklere su serpemedi... 'Düzen partisi' görüntüsünden sıyrılamadı... CHP'leşti sanki... CHP'den gelen destek oylarıyla da baraj üstünde kalabildi... Yeni bir heyecan yaratacak dinamizmler geliştiremezse, korkarım bir sonraki seçimlerde MHP diye bir parti mecliste olmaz...

CHP'ye gelince... Bu partinin işi hem kolay, hem zor... Koşulsuz destek veren bir seçmen kitlesi var... Ankara'nın Çankaya'sı ve Çayyolu semti gibi... Yaklaşık yüzde 15 gibi bir orana tekabül ediyor bu... Baraj sorunu yok yani... Tabi Ecevit'in DSP'si gibi benzer bir parti yoksa ortalıklarda... İşin kolay kısmı bu... Yani iktidar olmak gibi bir iddian yoksa, muhalefet yeter diyorsan; işin kolay...

Zor kısmına gelince... Türkiye'deki sol oyların toplamı yüzde 30 civarında... Hadi yüzde 35 olsun... Sağ seçmen farklı partilere dağılmışken aradan sıyrılabiliyordun... Ama şimdilerde o cenah tek lider etrafında kümelenmiş vaziyette... İktidar olabilmek için o cenahtan oy alman gerekiyor... Bunun için bildik söylemlerini değiştirmen gerekiyor... Bu defa da iki farklı sorun ortaya çıkıyor... Bir, samimiyet ve inandırıcılık sorunu... İki, çekirdek sol seçmeni bu söylemlere alıştırma sorunu... Bir tarafta geçmişin ağır tortularından kaynaklanan inandırıcılık sorunu yaşarken, diğer tarafta 'Cumhuriyetin kazanımlarını üç oya sattın' suçlamasıyla karşılaşıyorsun... Kolay değil bu sürecin yönetilmesi...

CHP bu seçimde bu açmazlarla boğuştu... Yeni bir genel başkan, yeni bir parti... Çok çalıştı, çok çabaladı Kılıçdaroğlu... Değişmek ve değiştirmek istedi, yeni kitlelere açılmak istedi... Ama olmadı... Çabaları 'sonuç odaklı' değildi sanki... Ezbere şiir okur gibiydi Kılıçdaroğlu... Kitlelerle tam bir iletişim kuramadı... Kitleleri alıp götüremedi... Sürükleyemedi kalabalıkları... Sanki o kitlelerin peşine takılmış gibiydi... Habire miting alanlarındaki döviz ve pankartlara takılıp kaldı...  'Söyle ben dürüst müyüm' diye yakasına yapışan Kürşad Tüzmen'e, 'git onu başbakanına sor' diyemedi...

Acemiydi de Kılıçdaroğlu... İktidar olmaya hazır bir lider görüntüsü veremedi... Toy bir görüntüsü vardı... Çok çalıştı, çabaladı ama hedefi 12'den vuran bir gayret değildi bu... 'Ben elimden geleni yapayım da gerisi Allah Kerim' türünden bir çabaydı yapılanlar... Sonuç, CHP için sıradan olabilir ama Kılıçdaroğlu açısından tam bir fiyaskodur... Yeni ve farklı söylemlerle ortaya çıkmış bir lider, önündeki ilk seçimde oy oranını yüzde 35'in üzerine atmalıydı... İlk ivmeyle olmuyorsa, sonraları hiç olmaz zaten bu... Bilemiyorum vallahi...

Şanssızdı da Kılıçdaroğlu... Zamansız çıkmıştı meydana... Karşısında hiç yıpranmamış bir AKP vardı... İzahı bir hayli zor ama üst üste üç seçimdir dinamizmini korumuş, büyümüş, güçlenmiş bir AKP gerçeği var ortada... Ortam müsait değilse, ne yaparsan yap olmuyor bazen...

AKP'nin başarısını Stockholm Sendromu ile açıklamış Kılıçdaroğlu... Yani 'sırtına sopa vurup durana hayran oluyor bu millet' demek istemiş... Bunu bir mizah olarak söylemişse eyvallah... Ama ya gerçekten inanarak söylemişse... O zaman 'geçmiş olsun' demekten başka sözüm yok Kılıçdaroğlu'na...

Ara sıra yazmaya gayret edeceğim...

11 Mart 2011 Cuma

Ankara temizleniyor...

Çifte temizlik var Ankara'da... Kirlerinden, çirkinliklerinden, safralarından arınıyor Ankara... Yağan karla birlikte bembeyaz oldu Ankara... Pamuk tarlası gibi... Yıkandı, temizlendi, paklandı... Üstü beyaz bir tülle kaplanıverdi her türlü iğretiliğin...

Bürokrasi de temizlendi Ankara'da... Kısa süreliğine de olsa... İstifayı bastı uyanık bürokratlar... Memuriyet kesmedi onları... Siyaset dediler... Daha fazla hizmet dediler... Düştüler yollara... Partilerin kapısını çalacaklar... Hizmete geldik diyecekler... Nefer olmaya geldik diyecekler...

Tutarsa ne ala... Anlı şanlı vekil olacaklar... Maaşlarını, ulufelerini katlayacaklar... Caka satacaklar... O da kesmeyecek tabi... Bakanlık kapmaya çalışacaklar... Başbakanın gözüne girmeye çalışacaklar... Yalakalık yapacaklar... Kraldan çok kralcı olacaklar... Birbirlerinin önünü kesmek için ayak oyunlarına girişecekler... Memuriyetteki becerilerini teker teker sergileyecekler... Her şey mübah... Her şey hizmet için... Daha çok hizmet için...

Ya tutmazsa... Ziyanı yok... Kayıbı yok bu uğurda baş koymanın... Kuzu kuzu dönecekler geri... Gayet mağrur şekilde... Artık sıradan memur değildir onlar... Siyasi memur oldular... İsteyecekler... Genel müdürlük, müsteşarlık isteyecekler... İlave gelir için yönetim kurulu üyelikleri isteyecekler... Makam arabaları, kral odaları isteyecekler... Yurt dışı görevlere talip olacaklar... Önleri açılacak... Daha çok hizmet edecekler...

Evet, sistem onlara çalışıyor... Uyanıklar, kurnazlar, kıvraklar, iş bilirler her daim bir adım önde oluyor... Dürüstler, işine bakanlar, görevini layıkıyla yapma derdinde olanlar bekliyor yine... Onlara biçilen misyon hamallık... Çalışmak, daha çok çalışmak... Çarkın dönmesi için çalışan birilerine de ihtiyaç var nihayetinde...

Hadi hayırlısı diyelim en iyisi...

23 Şubat 2011 Çarşamba

Dünyamız yeniden şekillenirken...

Yazı modunda değilim bir süredir... Elim varmıyor bir türlü... Beynim uyuştu sanki... Öyle kıştan, soğuktan, kötü havalardan da değil... Sebepsiz, nedensiz... Yarı nörotik, depresif bir durum işte...

Ama olaylar durulmuyor... İçte ve dışta bir sürü gelişme var... Seçimler yaklaşıyor içeride... Haziran başında sandıklar bizi bekliyor olacak... Tarihimizdeki en sıkıcı, en heyecansız seçimlere tanıklık edeceğiz sanki... Sonuçlar şimdiden belli gibi... AKP'ye selam, yola devam... Oranı bilemem... Ama seçmen eğiliminde herhangi bir kayma olmadığını bilesiniz... Yüzde 60'a bile şaşırmam... İçsel dinamikler buna işaret ediyor... Ak Parti'nin siyaset stratejisine her zaman şapka çıkarmışımdır...

Seçim sonrası yine CHP'yi tartışıyor olacağız... Kılıçdaroğlu ile olmadığını, olamayacağını konuşacağız... Açıkçası Kılıçdaroğlu açısından sevimsiz bir durum olacak... Varlık gösterememek, heyecan yaratamamak, beklentilere cevap verememek nasıl bir duyguysa, Kılıçdaroğlu'nun ki de öyle bir duygu olacak sanki... Bu tablo üzer beni... Siyaset pek umurumda olmaz ama... Kılıçdaroğlu'nda insana ve insanlığa dair bazı safça ritüeller yakalamıştım... Normal yurdum insanının da siyaset yapabileceğine dair küçük bir beklenti kımıltısı oluşmuştu içimde... Ona üzüleceğim ben...

İçerisi neyse de dışarısı fena halde karışık... Bu kadarını ben bile beklemiyordum... Mısır düşer diyordum ama bu kadar erken beklemiyordum... Mısır'dan sonra bu coğrafya karışır diyordum ama örneğin Libya'yı beklemiyordum... Gelişmeler beni bile şaşırttı doğrusu... Kaddafi kendi çapında ideolojisi olan bir lider... Dünyaya kafa tutabilen, halkına sıcak mesajlar verebilen bir insan... Batı ile ilişkilerini kısmen düzeltme yoluna koyabilmiş bir diktatör... Ama olmuyor... Onun koltuğu da sallantıda... Kırk küsür yıllık tahtı yıkılmak üzere... Gidişi de kanlı olacağa benziyor... Kan akıtmaya devam ederse korkarım gidişi kendisi açısından da kanlı olacak...

Kaddafi düşerse, bu coğrafyada en az 5-6 diktatör daha düşer... Yemen, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve başkaları... Suudi Arabistan ve Suriye hakkında şimdilik bir şey söyleyemiyorum... Bu iki ülkenin kendine has başka dinamikleri sözkonusu... Her neyse...

Geldiğimiz noktada resim biraz netleşiyor gibi... Gelişmeler içsel dinamiklerden çok dışsal dinamiklere bağlı gibi... Dünyamızın efendisi bu bölgenin biraz karışmasını, biraz harmanlanmasını istiyor sanki... Ortalık karışıp herkes kendi derdine düştüğü noktada İsrail biraz rahat nefes alabilecek... Ve de orta ve uzun vadeli planlarını yavaş yavaş uygulamaya koyabilecek... Gelişmeler karşısında tabi ki İran da biraz tırsıp kendi kabuğuna çekilmiş olacak...

Gelişmeler her şeye rağmen bölge insanının hayrınadır... Süreç sancılı da olsa, dışsal dinamiklerin etkisiyle de olsa insanlığın hayrınadır diye düşünüyorum... Zira bu rejimlerin savunulacak bir tarafı kalmamıştır... Diktatörlükten insanlığa bir hayır görülmemiştir... Hakkın, hukukun, adaletin, özgürlüğün olmadığı yerde refah olamaz... Bölgedeki gelişmeler hak, hukuk, özgürlük getirir mi bilinmez... Ama en azından bir şans doğmuştur... 30 yıllık, 40 yıllık iktidarların izah edilecek bir yönü yoktur... Umarım geçiş sancısız ve az kanlı olur... Umarım yarınlar daha iyi olur...

28 Ocak 2011 Cuma

Tunus, Mısır ve sonrası...

Dünya ısınıyor yeniden... Kitleler sokta... Hak arıyorlar, haksızlığa isyan ediyorlar... Sefalet kaderimiz değil diyorlar... Totoliter rejimler tehlikede gibi... Otoriteleri sarsıldı... Fiyakaları bozuldu...

Evet, ilk kıvılcım Tunus'ta çakıldı... Halk sokaklara indi... Düşüncelerin karanlık kalmış kuytu dehlizleri aydınlanmaya başladı sanki... 23 yıllık diktatör gitti...  Zeynel Abidin bilmem ney ülkeyi terkederek canını kurtarabildi... Yenisi veya yenileri nasıl olur bilemiyorum... Umarım daha iyi olur...

Şimdi sıra Mısır'da gibi... Hüsnü Mübarek'in 30 yıllık tahtı sallantıda... Ha gitti, ha gidecek... Kolay mı olur, zor mu olur bilemem... Ama Mısır'da da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin... Mısır diğer ülkelere benzemez... Oradaki değişimin etkileri sadece kendi sınırları ile sınırlı kalmaz... Bütün Arap alemini etkiler... Mısır'lılar ilk kez hayırlı bir işe vesile olacaklar gibi...

Evet, değişim sancısı Orta Doğu ve Kuzey Afrika'yı sarmış vaziyette... İnternetin yaygınlaşmasından sonra kitleleri kontrol altında tutmak eskisi kadar kolay olamıyor... Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım ağları vasıtasıyla kolayca organize olabiliyor yığınlar... İyi ki de oluyorlar... Bu coğrafyanın değişmesi şart... Geç bile kalındı... Baskıcı, despot rejimlerin devri kapanmalı artık... Daha özgürlükçü, daha müreffeh bir yaşam herkes gibi bu coğrafya insanının da hakkı...

Yaşanan dönüşüm sürecinin arkasında kimler var bilemem... Avrupa mı, yoksa Amerika mı?.. Ya da İsrail?.. Belki de tamamen içsel dinamikler... Hiç farketmez... Değişim, dönüşüm olsun da kimin iteklemesiyle olursa olsun... Bu günkü durumdan daha kötü olacak hali yok ya... Kaybedecek neyi var bu insanların... Zincirlerinden başka...

Yarınlardan umutluyum... Her şey daha iyi olacak inşallah...

20 Ocak 2011 Perşembe

Mim'i öldürmek...

“Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?”

Kaçmak beyhude… Kurtuluş yok gibi bu mimlerden… Bir mim, iki mim derken sayısını da unuttum artık…

Evet, bu defa talimat Müge'den... Sıkı sıkı tembihlemiş, "mimi bekliyorum ha" diye... Çaresiz cevaplayacağız artık... Daha cevaplanmamış onca mimim varken hem de...

Sıraya uymamış olsak da, bir yerinden başlamak en iyisi galiba...

Müge arkadaşımızı tanımayanınız yoktur herhalde... Blog âleminde yolumun kesiştiği ilk gönül dostlarımdandır kendileri... Edebi ve sanatsal yönü oldukça zengin olan diş hekimi arkadaşımız... Fırçalar işe yaramış olacak ki, “dişçi” demez oldum bak… Kalemi güçlü arkadaşlarım alınmasın ama Müge kadar düzgün ve akıcı yazı yazabilen başka birini görmedim henüz... Yazılarındaki sempatik ve canlı üslup da cabası hani...

Her neyse, mime geçelim artık… Kurallara, kaidelere gelemem bilirsiniz... Bu nedenle mimi cevaplıyorum derken nereden girer nereden çıkarım bilemem... Peşin peşin söyleyeyim de, bu nasıl iş demeyin sonra...

Bir kitap kurdu olduğum söylenemez pek... İlk kitapla tanışmam ortaokul yıllarıma rastlar... Zaten ilkokulu okuyup okumadığım da tartışılır... Türkçe öğretmenimizin zorlamasıyla  Jules Verne'nin "Seksen Günde Devr-i Alem" adlı romanını okumuştum ilk... Öğretmenimize bir sayfalık bir de özet sunduğumuzu hatırlıyorum... Sonradan aynı yazarın "Dünya Merkezine Yolculuk" ve "Deniz Altında 20.000 Fersah" adlı romanlarını da okudum... Hem de gönüllü olarak...

 Bu ilk kitaplar zihnimde öyle bir yer etmiş ki, sanki kitap okumaya Jules Verne'den başlanması gerekir gibi bir algı oluşmuş beynimde...  Nerede elinde kitap olan küçük bir çocuk görsem, hemencecik Jules Verne'nin kitapları gelir gözümün önüne... Jules Verne, yaşadığı çağın çok sonralarını tasvir ederek romanlarında işleyen bir yazar... Bu yönüyle bizde bir merak uyandırıp kitaba yönelmemizi düşünmüş olabilir öğretmenimiz... Evet, ilkler unutulmuyor nedense…

Ancak tam olarak okuma zevkini tattığım kitap, Victor Hugo’nun “Sefiller” romanıdır… Kitabı okudum mu, birebir yaşadım mı bilinmez… Ama her satırından ayrı bir keyif aldığım kesin… Şansıma çevirisi de mükemmeldi… 

Hayatımda birçok kitabın yeri vardır… Ama bir kitabın yeri bambaşka… Gençliğimin son evrelerinde okuduğum bir kitap… İsmi, To Kill A Mockingbird… Yazarı, Harper Lee… Yanılmıyorsam yazarın ilk ve son romanı… 1960’ların başında yazılan bir roman… Satış rekorları kırmış, birçok ödül almış ve sinemaya uyarlanmış bir roman… Okurken zaman zaman ağladığımı hatırlıyorum… 

Roman gerçek bir olaydan esinlenilerek kaleme alınmış… Büyük buhran yıllarında Amerika’nın güneyinde bir kasabada geçiyor olay… Beyaz bir kıza tecavüzle suçlanan gariban bir zencinin mahkeme serüveni etrafında gelişen olaylar… Bu zenciyi savunma cesareti gösteren beyaz bir avukatın yaşadıkları… En ilginci de, romanın iki küçük çocuğun dilinden anlatılmış olması… Yer yer sokak diliyle… Amerikan kültürüne ve yaşam tarzına biraz aşina biri olarak çok iz bıraktı roman bende…


Irk ayrımının, aşağılanmanın, horlanmanın, kötü muamelenin ustaca resmedildiği bir roman… Uzun yıllar süren Kuzey-Güney savaşının doğurduğu olumsuzluklar, büyük buhranın yol açtığı kesif fukaralık ile birleşince romandaki dramlar çıkmış ortaya… Mahalleler ayrılmış, kiliseler ayrılmış birbirinden… Zenci ve beyaz diye… Zenciye “negro” demek yetmemiş, “pis zenci” anlamında “nigger” denir olmuş… 

Romanı İngilizce aslından okumuştum… Sonradan öğrendim ki, “Bülbülü Öldürmek” adıyla Türkçe versiyonu da varmış… Ama okurken bilmiyordum bunu… Zira google yoktu o zamanlar… Türkçe baskısı nasıldır bilemiyorum… Ama iyi olabileceğini düşünüyorum, çünkü konusu Türkçe anlatıma çok uygun…

"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın. Bülbüller bahçeleri yağmalamazlar, sadece şarkı söylerler. Hem de yüreklerini paralayana dek…" (Kitaptan bir alıntı).

Benden bu kadar… Bu mimi kendime sakladım, kimseciklere göndermiyorum işte..:))