29 Mart 2010 Pazartesi

Bursaspor...

Futboldan pek anlamam... Sorana Beşiktaşlıyım derim ama "Beşiktaştan üç oyuncu say" deseniz sayamam... Bir şekilde Beşiktaşlıyım demişim, olmuşum işte Beşiktaşlı... Belki de takım tutmuyorum demenin gerektirdiği yorucu izah külfetinden... Her neyse uzun lafın kısası anlamıyorum işte futboldan...

Futboldan anlamam ama futbol ekonomisini bilirim birazcık... Sektördür orası... Yüzlerce milyon dolarlık sektör... Hele bir de borsaya açmışlar ki belli başlı kulüpleri, olmuş tam anlamıyla bir sektör... Spekülasyon, manipülasyon ne ararsan var... İstanbul kulüpleri arasında kısa paslaşmalar şeklinde işleyen bir sektör... İşin spor kısmı ikinci, üçüncü planda kalır... Anadolu takımlarını mı merak ettiniz? Hem vardır, hem de yoktur onlar... Dolgu malzemesi yani... Oyunun şeklen tekemmülü için zorunluluktan... Televizyon yayınlarından da üç beş kuruş verdin mi işlem tamam... Kimseciklerin sesi çıkmaz... Alan memnun, veren memnun...

Futbol ekonomisinde sürprize yer olmamalı... Kazananın kim olacağı üç aşağı beş yukarı önceden belli olmalı... Belli olmalı ki, ona göre hazırlık yapılabilsin... Ona göre pozisyon alınabilsin... Borsada hisse senetleri önceden toplanabilsin... Toplanabilsin ki şampiyonluk kesinleşince yüksek fiyatlardan kerizlerin eline tutuşturulabilsin... Bir süreliğine taşımak için... Nasıl olsa zamanı gelince düşük fiyattan asıl sahibinin eline dönecektir... Belli olmalı ki, ticari hazırlıklar yapılabilsin... Bayraklar, flamalar, formalar zamanında hazırlanıp stoklanabilsin... Stoklansın ki, şampiyonluk sarhoşu taraftar kitlesine fahiş fiyattan satılabilsin...

Evet, bu bir ekonomidir... Hem de kirli bir ekonomi... Kazanmanın kolay olduğu bir ekonomi... Kazıklanmanın gönüllülük esasına göre işlediği bir ekonomi... Televizyon yayınları, bilet satışları, forma satışları, bayrak satışları gibi çok boyutlu bir ekonomi... Durum böyle olunca da iyi dizayn edilmesi gereken bir ekonomi... Öyle bir şampiyon belirlenmeli ki, kazanç maksimize edilebilsin... Öyle bir şampiyon belirlenmeli ki, en çok bayrak satılabilsin... En çok forma satılabilsin... En çok maytap satılabilsin... Televizyonlara en çok reklam alınabilsin... Borsada en çok vurgun yapılabilsin... Evet bu işlerin en ince ayrıntısına kadar dizaynı gerekir... Sürprize yer olmaması gerekir... Her kademede hazırlıkların yapılması gerekir... Riske asla yer olmaması gerekir... Kontrol dışı bir gelişme mi var... Derhal mekanizmalar devreye girmesi gerekir... Hem de ne pahasına olursa olsun...

Başlık Bursaspor, sen bize ekonominin temel kavramlarını anlatıyorsun dediğinizi duyar gibiyim... Haklısınız... O zaman gelelim Bursaspora... Evet Bursa güzel bir şehir... Kendisi de güzel, insanı da... Daha Bursalı olup da bununla gurur duymayan bir arkadaşımı hatırlamıyorum... Belki eşsiz coğrafyasından, belki de imparatorluk başkenti oluşundan... Belki de bir çok faktörden... Bilemiyorum... Evet bu güzel şehrin futbol takımı bu yıl İstanbul dükalığına kafa tutuyor... Ben de varım diyor... Dar alanda kısa paslaşmalara son vermek istiyorum diyor... Sezon sonu yaklaşırken lider konumunda... Ama bu hafta şampiyonluk yolunda yara aldı... Artık sayısını ve isimlerini dahi takip etmede zorlanır olduğum bir İstanbul takımına yenildi... Belli ki bir takım mekanizmalar devreye girdi... Teşvik primleri vs... Ama bildik senaryolar...

Evet, istiyorum Bursasporun şampiyon olmasını... Anadoludan bir şampiyon çıksın istiyorum artık... İstanbul dışından bir şampiyon... Hem de hak ederek... Güzel oynayarak... Seyircisini stada çekerek... Sporun güzelliğini sahaya yansıtarak, geniş kitlelere hissettirerek... Bursaspor fazlasıyla hakediyor bunu... Efendilikte üstüne adam tanımadığım teknik direktörü Ertuğrul Sağlam fazlasıyla hakediyor bunu... Bursa'lı fazlasıyla hakediyor bunu... Evet bu defa etkin mekanizmaların önünü kesmeliyiz... Bursaspora yol vermeliyiz... Ülkemin makus talihini değiştirmeliyiz... Futbolun İstanbul sınırları dışında da var olduğunu göstermeliyiz... Hem de Beşiktaşlı, Fenerli, Galatasaraylı oluşumuza bakmaksızın... Kulüp kimliğimizi bir kenera koyup, hakeden kazansın deyebilmeliyiz... Bir defacık bari... Geçmiş yıllardaki Sıvasspor, Manisaspor, Kayserispor denemesi gibi olmamalı bu kez... Sonuna kadar gitmeli Bursaspor...

Evet, var gücümle alkışlamaya hazırım Bursasporu... İçimdeki amansız kuşkulara rağmen... Hoş geldin Bursaspor, hoş geldin şampiyon... Bak ne kadar da yakışmış şampiyonluk sana...

26 Mart 2010 Cuma

Eğitimliyim artık...

Evet, dört günlük eğitim programı bitti ve yuvaya döndük... Aslında peşin fikirli olmak hiç de iyi bir şey değilmiş... Sevdim ben bu programı... Cidden çok sevdim... Tamam konu başlıkları çok sıkıcıydı anlıyorum... Ama konuların işlenişi çok farklıydı... TÜBİTAK bu işi çok iyi beceriyor... Eğlendirerek öğretiyor... Çoğu zaman anlayamadık bile oyun mu oynuyoruz, yoksa ders mi yapıyoruz diye... Ama sonuçta bir şeyler öğrendiğimiz de kesindi yani...





Dersin teorik bölümü mümkün olduğu kadar kısa tutulmuştu... Etkinlik ve oyun bölümü ise oldukça çok ve eğlenceliydi... Takım çalışması ve birlikte sorun çözme eğitimin odak noktasıydı... Hele çizmeleri çekip sahaya çıktığımız bir bölüm vardı ki, çok eğlendirdi bizi... Enstitüde bulunan başkaları madenci zannetmişler bizi... İyi vakit geçirdik anlayacağınız... Artık çalıştığımız kurum yetkililerine bir teşekkür borcumuz oldu...

TÜBİTAK'ın Gebze'deki merkezine ilk defa geliyorum ben... Hiç bize benzemeyen bir yer... Tamamen Avrupai bir yer desem yeridir... Devasa bir alan... Bir çok Enstitü bulunuyor bünyesinde... Çoğunluğu fen bilimlerine ait enstitüler... Bizim gittiğimiz TÜSSİDE adında sosyal içerikli bir enstitü... Kamu ve özel sektöre hizmet veriyormuş... Bir çok başlıkta eğitimleri var... Bizimki "Kurumsal Gelişim ve Stratejik Yönetim Eğitimi" adlı bir eğitimdi... Daha çok personelin takım halinde çözümler üretmesi üzerine odaklı bir eğitim... Bizim kurumdaki 400 civarındaki tüm personel katılmış olacak bu eğitime... Tabi ki 20-30 kişilik gruplar halinde...

Gebzedeki merkeze Marmara Araştırma Merkezi deniyor... Çok istememe rağmen gezemedim sayılır... Çünkü hem müfredat yoğundu, hem de güvenlik nedeniyle bulunduğumuz enstitü dışına çıkmamıza izin verilmiyordu... Zira özellikle laboratuvar bölümlerinde falan gizliliğe çok önem veriyorlar... Buradaki personel bile kendi birimi dışındaki birimlere izinsiz giremiyormuş...

Sonuç olarak farklı ve eğlenceli bir dört gün geçirmiş oldum... Hem de yeni bir şeyler öğrendim... Eğitimliyim artık anlayacağınız... Hoş geldim ben...:)))

22 Mart 2010 Pazartesi

Eğitim şart...

Bu günden itibaren bir hafta yokum… Eğitime gidiyorum… “Eğitim şart” diye boşuna söylenmemiş…  Ya da “öğrenmenin yaşı yok” diye… Evet, öğreneceğiz inşallah… Yeni şeyler öğreneceğiz…

Büyüklerimiz öyle uygun görmüş, gidiyoruz eğitime… Doluşacağız birazdan otobüse… Ver elini Gebze… TÜBİTAK’a bağlı bir merkez varmış Gebze’de… Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü isminde bir yer… Oraya gidiyoruz… Sever bizimkiler sevk ve idareyi… Millet olarak en sevdiğimiz şeydir sevk ve idare… Çalışmayı sevmez kimse… Herkes sevk ve idare etmek ister… Askerde bile daha ilk haftasında herkes onbaşı olmak ister… Emrinde on askeri olsun ister… Yönetici olmak ister Türk insanı… Yönetmek ister…

Evet müfredata bakıyorum… Kalabalık ve iddialı…

 -Yeni yönetim yaklaşımları
 -Ekip olarak sorun çözme
 -Tekrarlanan davranış kalıplarımız (Film izleme)
 -Stratejik yönetimin temel kavramları
 -Vizyon çalışması
 -SW (strong and weakness) analizi
 -Yenilik üzerine
 -Performans yönetimi
 -Stratejik düşünme
 -Liderlik ve motivasyon

Evet konular bunlar… Bayılırım bu konulara… Ayağı yere basmayan tercüme kokan konulara… Anlatanın bile ne olduğunu tam olarak anlayamadığı konulara… Zaten bir modadır gidiyor bu stratejik yönetim, vizyon, performans, motivasyon, liderlik vs… Hele devlette ne anlam ifade eder ki bu ağdalı konular… Sanki işe göre eleman alabiliyorsun da… Ya da hak edene hak ettiği ücreti ödeyebiliyorsun da… Sanki yükselmeler hep liyakate göre yapılıyor da güzelim kamu kurumlarında…

Anlamsız eleştirmek… Büyüklerimiz uygun görmüş, gideceğiz eğitime… Öğreneceğiz ve uygulayacağız… Nasıl lider olunurmuş öğrenip geleceğiz… Sonra da bekleyeceğiz birimimizin başına lider olmayı… Sanki lider olmak için yaratılmışlardan fırsat bulacağız da… Evet öğreneceğiz stratejik yönetim ve performans yönetiminin inceliklerini… Öğrenelim ki talip olmayalım yönetime… Cuma’ya görüşmek üzere…

Mim'siz kalmayalım...

Geçenlerde bir blogta karşılaşmıştım... Mimlerden yakınıyordu arkadaşımız... "Bir mim furyasıdır gidiyor; o blogu açıyorum mim, bu blogu açıyorum mim" diyordu... Mimlerden canı sıkıldığı her halinden anlaşılıyordu... Evet bu günlerde mimleme ve mimlenme bir hayli yaygın... Kaçarınız yok yani... Bu furyadan zaman zaman bu deli de nasibini alıyor... Sağolsun arkadaşlarımız mimleme konusunda akıllı deli ayrımı yapmıyor...

Evet sevgili arkadaşımız Dalgaları Aşmak mimlemiş bu deliyi... 2009 yılının neden iyi geçtiğine dair beş madde yazmamı istiyor... Yani 2009 yılının iyi geçtiğine dair kanaat oluşmuş, dayanağı isteniyor benden...:)) Keşke öyle olsaydı... Ama...

Hayır, bıraktım "ama"ları... Kötümser olmayacağım, söz... Sağlığımzı, sıhhatimiz yerindeyse; bu bile yeter "2009 iyi geçti" demek için... Tamam anlaştık 2009 yılı iyi bir yıldı... İyi de maddelere nasıl dökeceğiz bunu şimdi... Onun da kolayı var... Maddelere takılıp kalmazsak mesele yok... Genel konuşuruz olur biter...

Konuya çok bodoslama daldık galiba... Teşekkürü, selamı, sabahı bile ıskaladık bak... O halde telafi edelim hemencecik... Evet, sevgili Dalgaları Aşmak arkadaşımıza teşekkürlerimi yolluyorum beni hatırladığı için... Kendileri severek takip ettiğim bir arkadaşımız... Güzel Türkçemizi çok güzel kullanıyor yazılarında... Bu konuyu çok önemsediğimi bilirsiniz... Zira toplumumuz genellikle yazma özürlü... Güzel yazabilen nadir insanla karşılaşıyorum günlük hayatta... Eğitim sistemimizde de bir sıkıntı var bu konuda galiba... Onun için sevgili Dalgaları Aşmak arkadaşımızı takdir etmemek elde değil... Tebrik ediyorum kendilerini...

Evet, "dersi kaynatma taktiği" gibi bir şey oldu bu uzun giriş galiba... Konuya girelim hızla o zaman... Evet 2009 en azından felaketler yılı değildi benim için... Hele hiç beklenmedik bir anda doktorların anneme altı aylık ömür biçtiği 2008 yılı ile mukayese edilirse... Hatta doktorların "teşhiste yanılmışız, o kadar da kötü değilmiş durum, artık kesin bir ömür biçemiyoruz annenize" şeklindeki güzel haberi bile 2009 yılının hemen başında gelmişti... Gerek kendimin, gerekse sevdiklerimin sağlığı, sıhhati, huzuru yerindeydi 2009 yılında... Sanırım bu bile başlı başına yeterli bir neden 2009 yılına "iyi" demek için... Yorucu bir yıl değildi 2009... Geldi ve geçti... Evet son yıllarda öyle olmaya başladı... Yılların bir gelişini hatırlıyorum, bir de gidişini... Sanırım yaşımın ilerlemesiyle ilgili bir konu bu... Giderek rutinleşen bir yaşam tarzı... Bu da çoluk çocuk sahibi olmakla bağlantılı bir şey galiba... Onların okulu, dersi, sınavı derken akıp gidiyor hayat... Neyse fazla sızlanmayalım... Rutin diye beğenmediğimiz günleri mumla arayıp bulamayan da var... Şükretmek gerekir... Evet 2009 böyle bir şeydi benim için... Fazla özelliği olmayan, ama kötü de diyemeyeceğimiz bir yıl...

Bu kadar benden... Tekrar teşekkürlerimi yolluyorum sevgili Dalgaları Aşmak arkadaşımıza... Ben isim bazında arkadaş sayıp mimlemek istemiyorum... Bana niye hiç mim gelmiyor diye hayıflanan arkadaşımız varsa seve seve kabul edebilir bu mimi... Sevgiler...

19 Mart 2010 Cuma

Türk Okulları...

Biliyorsunuz dünyadaki pek çok ülkede Türk okulları var... Çoğunlukla Asya ve Afrika'daki fakir ülkelerde... Etiyopya, Kenya, Tataristan, Endonezya gibi ülkelerden bahsediyorum... Ayrıca Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde de var... Bu okullara cemaat okulları da deniyor... Fethullah Gülen cemaatinin açtığı okullar bunlar... Bu okullarda eğitim dili İngilizce... Sıkı bir müfredat uygulanıyor... Bu nedenle başarılı öğrenciler yetişiyor... Doğal olarak da talep görüyor bulundukları ülkelerde...

Cemaat bu okulları niye açıyor bilemiyorum... Kendime göre bazı tezlerim var ama amacım bunları tartışmak değil... Ülkemizde kıyısından köşesinden ucu dine veya dini yönüyle bilinen bir kesime dayanan konuları tartışmak anlamsız... Herkesin keskin fikirleri vardır bu konuda... Karşı fikirleri kabullenmek şöyle dursun, dinlemek dahi zül gelir insanıma... Bu nedenle olayın "amaç-gaye" kısmını geçiyorum...

Ülkemizde bu okullara bakış açısı konjonktürden konjonktüre değişir bilirsiniz... Örneğin 28 Şubat sürecinin işlediği dönemlerde dış ülkelere resmi görevle gidenlerin veya dış temsilciliklerde görevli olanların bu okulları ziyaret etmesi yasak gibi bir şeydi... Resmen bir yasak var mıydı bilemiyorum ama fiili durum buydu... Bu günlerde ise Başbakan ve Cumhurbaşkanı da dahil, Türkiye'den yabancı ülkelere giden resmi heyetin olmazsa olmaz ziyaret yerleri oldu bu okullar... Bunu da eleştirmiyorum... Anlayabiliyorum ülkemdeki konjonktürel değişimleri ve bu değişimlerdeki algılama kaymalarını...

Hiç unutmam 2001 yılında Kenya'nın başkenti Nairobi'de uluslararası bir toplantıya katılmıştım... Türkiye'den de kalabalık bir heyet vardı... Kamu kurumları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları falan genişçe bir temsilci kitlesi göndermişti bu toplantıya... İlk defa orada yakından tanıma fırsatım oldu bu okulları... Tabi ki yaşadığım bir şok neticesinde... Oraya varışımızın ikinci gecesi, Türk Büyükelçisi gelen heyet onuruna büyükelçiliğin bahçesinde bir yemek verdi... Yemeğe Türkiye'den gelen heyetin yanında, Nairobi'de yaşayan veya iş yapan az sayıdaki Türk de davet edilmişti... O az sayıdaki Türk'ün neşesi gözlerinden rahatlıkla okunabiliyordu... Vatan toprağından gelmiş insanlarla ana dilinde bir şeyler konuşabilmek ilaç gibi gelmişti onlara anlaşılan... Ne de olsa gurbette yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu az çok yaşayarak öğrendim... Bu nedenle gözlemime itibar edebilirsiniz... Evet tahmin ettiğiniz gibi Türk okulunda görevli Türkler davetli değildi bu yemeğe... Bunu öğrendiğimde nasıl ifrit olduğumu anlatamam... Yukarıda bahsettiğim yasağı bu vesileyle öğrenmiş oldum zaten... İçimdeki aykırı ses "git bul, ziyaret et bu okulu" dedi derhal... Nitekim uygun bir anımda buldum ve ziyaret ettim bu okulu... İsmi Light Academy'di okulun... Yerli hocaların yanında bir kaç tane de Türk hoca vardı... Türk'leri tahmin edebiliyorsunuzdur, cemaat kültüründe yetişmiş tipik gençler... Çok heyecanlılar, bir davalarının olduğunu her hallerinden anlayabiliyorsunuz... Nairobi'nin en tercih edilen okulu konumundaymış bu okul... Dört tane bakan çocuğu okuyormuş okulda... Eğitim İngilizceymiş, Türkçe seçmeli dersmiş... Ama her öğrenci mutlaka seçmek istermiş Türkçe dersini... (Sanırım bir telkin var bu konuda)... Tabi ki gururla anlattı bunları okulun Türk yetkilisi... Onların penceresinden anlamaya çalıştım anlattıklarını... Doğrusu amacı ne olursa olsun yapılan iş hiç de kolay bir iş değildi... Buna rağmen ortada muazzam bir başarı vardı... Takdir etmemek elde değildi desem yeridir...

Neyse fazla uzattım galiba... Amacım uzun uzun bu okulları anlatmak değildi aslında... Zaten yukarıdaki tek örnek dışında, bu okullarla ilgili başka bir anım da yok sayılır... Dolayısıyla satabilecek terem yok... Bu konuya girmemin sebebi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün geçenlerdeki Kongo ziyareti... Kongo fakir bir Afrika ülkesi... Eski ismi Zaire... Cemaatin burada da okulu varmış... Doğal olarak Abdullah Gül burayı da ziyaret ediyor... Bunda da garipsenecek bir şey yok... Olayın konjonktürel boyutunu yukarıda anlattım... Ziyarete dair televizyonlara yansıyan görüntüler, bana bu yazıyı yazmamı emrediyor... Doğallık sınırlarını zorlayan her görüntü hemen tepki görür küçük beynimde... Görüntüleri izliyorum, minik bir Kongo'lu on kıta istiklal marşımızı okuyor ezbere... Başka bir minikler korosu Ölürüm Türkiye diye ritim tutturmuş... Bunları izleyen sayın Gül'ün yüzünde zorlama bir hayranlık duygusu... Verilen demeçlerle yüzlere yansıyan hayranlık duygusu sözle de perçinleniyor adeta...

Tamam anladım, başarılı bir proje bu Türk Okulu modeli... Hiç de kolay bir iş değil, onu da anladım... Amaç, gaye faslını sorgulamayı da geçtim... Ama on kıta istiklal marşı da neyin nesi oluyor? Hadi temsilen iki kıtasını ezberlettiniz, ama on kıta nedir Allah aşkına? Sevimli bir Türkçe çocuk şarkısını da anladım... Ama bu kasvetli Ölürüm Türkiye türküsü neyin nesi ya... Vur deyince öldür mantığı nereye gidersek gidelim geliyor peşimizden anlaşılan... Ya sayın Gül'ün yüzüne yansıyan zorlama hayranlık duygusuna ne demeli? O da zorunluluktan galiba... Evet insanım çalışkandır, zekidir, yaratıcıdır... Ama mutlaka iğreti de bir yanı vardır... O da mayamızdan geliyor galiba...

18 Mart 2010 Perşembe

Çanakkale Zaferi...

Bu gün 18 Mart... Çanakkale Zaferinin 95. yıl dönümü... Bu savaş ve elde edilen zafer, Türk'lük ve dünya tarihinde önemli sonuçlar doğurmuştur... Yüzbinlerce şehitler verilmiştir bu savaşta... Türk'ün varolma mücadelesidir Çanakkale Savaşı... Atatürk'ün sahneye çıktığı savaştır bu savaş... Acıların, hüznün, umutların ortak payda olduğu savaştır bu savaş... Azmin, inancın, insanlığın bütün dünyaya gösterildiği savaştır bu savaş... Milli mücadelenin tohumlarının atıldığı savaştır bu savaş... Bir milletin "o kadar da basit değil" diye dünyaya haykırdığı savaştır bu savaş... Bir milletin küllerinden adeta yeniden doğduğu savaştır bu savaş... Bir milletin kendini tekrar keşfettiği savaştır bu savaş... Bir milletin kendine yeni bir istikamet belirlediği savaştır bu savaş... Savaşların anasıdır bu savaş...


Bu büyük zaferin 95. yıl dönümünde aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum... Allah razı olsun hepsinden...

=======

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer.
 
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak
Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor.
 
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.
Mehmet Akif ERSOY

17 Mart 2010 Çarşamba

Aytaç Durak...

Haberlerde izleyip okuyorsunuzdur... Aytaç Durak'ın akıl almaz serveti tartışıliyor... iki milyar dolarlık serveti olduğu söyleniyor... Kendisi bu konuda "eşim zenginse, benim suçum ne" diye cevap veriyor... Servetimin kaynağı eşimdir demek istiyor anlayacağınız... Bu zat Adana Büyükşehir beldiye Başkanı... Meslekten belediyeci... Neredeyse anasının karnından belediyeci olarak doğmuş... 1963 yılından bu yana 47 yıldır belediyede... 1984 yılından beri de belediye başkanı... Adana'lı nedense hep bu şahıstan yana teveccüh göstermiş... Ya da resmi kayıtlarda öyle yer almış bir şekilde...

Aytaç Durak başarılı (!) bir belediye başkanı... Ayakta kalmayı hep başarmış... Girip çıkmadığı parti kalmamış adeta... Demokratik Parti, Adalet Partisi, ANAP, DYP, AKP ve son olarak da MHP... Demirel, Özal, Mesut Yılmaz ve Çiller'i tekaüde ayırmış... Tayyip Erdoğan'ı bir dönem sınamış, sonra Bahçeli'nin partisine atlamış... Tam CHP'ye yanaşmak üzereyken de gümbürtü kopmuş anlaşılan... Eskilerde sık sık parti değiştiren bir milletvekili vardı... Yanılmıyorsam Afyon vekiliydi... İsmi Kubilay'dı galiba... Hangi partide olduğu takip edilemez olmuştu artık... Akşam CHP'li, sabah MHP'li... Bir de bakmışsın ANAP'lı... Bu vekile güzel bir isim yakıştırmıştı medyamız: Fırıldak Kubi... Partiler arası zıplama yarışında Fırıldak Kubi bile su dökemez Aytaç Beyin eline anlaşılan...

Belediyenin internet sitesine bakıyorum... "Başkanımız Hakkında" başlıklı bölümde Aytaç Bey'in özgeçmişi yer alıyor. Oradan aktarıyorum: "1938 yılında Adana'nın Karaisalı İlçesi'nde, mütevazi bir tüccar ailenin altı çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi"... Evet başarılı başkan, mütevazi bir tüccar ailenin altı çocuğundan biri... Ama maküs talihini yenecek genlere sahip O... Büyüyüp adam olacak, çok paralar kazanacak... Hem kendini, hem de mütevazi ailesini kurtaracak... Devam edelim özgeçmişini okumaya büyük başkanın: "İlkokul öğrenimini Adana Gazipaşa İlkokulu' nda, ortaokulu Tepebağ Ortaokulu' nda, liseyi de Adana Erkek Lisesi' nde tamamladı"... İşte şimdi yıkıldım ben... Hasbelkader aynı lisede okumuşuz sayın başkanla... Erkek Lisesi'nde aynı sıralarda oturmuşuz... Bakmayın isminin Erkek olduğuna... Erkek kız karışık okur o okulda... Tıpkı Kız Lisesi'nde olduğu gibi... Gerçi Kız Lisesi'ne kaydolmada erkekler pek çekingen davrandığı için ismi değişmiş sonradan galiba... İyi lisedir Erkek Lisesi... Sevilir Adana'da... Gurur duyularak okunur orada... Havaalanı ile Kuruköprü arasında bir yerde şirin bir okuldur... Evet sayın başkan iyi öğrenci oldu, büyük adam olmanın, çok paralar kazanmanın inceliklerini öğrendi o okulda... Ama ben başaramadım... İyi takip edemedim dersleri... Türev, limit, integral derken lüzümsuz konulara daldım gittim... Kaçırdım esasını derslerin... Ağaçlarla uğraşırken göremedim ormanı... Sonunda da mütevazi bir devlet memuru oldum bak... Başarısız oldum yani... Ama sayın başkan başardı... Büyük oldu... Hem de çok büyük... Milyar dolarlara hükmeder oldu... Kıskanmayayım da ne yapayım ben şimdi?

Evet büyük adam oldu Aytaç Bey... Büyük büyük yollar açtı... Adına da büyük büyük adamların isimlerini verdi... Kenan Evren Bulvarı, Süleyman Demirel Bulvarı, Turgut Özal Bulvarı... Onları da mutlu etti, kendi de mutlu oldu... Büyük bulvarların etrafında büyük rantlar yarattı... Sonra da bir güzel oturdu bu rantların üzerine... Bencil olmadı büyük başkan... Paylaşmasını da bildi... Yaratılan rantın üzerine tek başına oturmaya kalkmadı... Paylaştı, paylaştırdı... Paylaştıkça yeni partiler buldu kendine... Kasalarını doldurdu partilerin ve partililerin... Büyük işler yaptı hep... Büyük işler yaparken de büyüdü, büyüttü... Ama sanırım Adana kaldıramaz oldu bu büyüklüğü... Dar geldi Adana bu büyüklüğe... "Yeter" dedi esmer tenli Adana'lı bu gidişe...

Televizyonlarda esip gürlüyor büyük başkan... "Bana bulaşan iflah olmaz" diyor... "Yenerim" diyor, "döverim" diyor... Ama sıkıntıda olduğu her halinden anlaşılıyor... Saklayamıyor siması, suçunu artık... Ele veriyor kendini... Suçluyum diyor adeta... Ya da ben öyle okuyorum... Evet kimseyi yargısız infaza tabi tutmak istemem... Savcılık da müdahil olmuş olaya zaten... Bundan sonrası yargının işi... Ama yargımı da bilirim, paranın gücünü de... Belediyeciği de bilirim, insanımı da... İçimde bir ses "olan olmuştur" diyor... Bari ders alınsa bundan... Neşter atılsa belediyelerde dönen dolaplara... Daha dürüst, daha şeffaf belediye yönetimleri oluşturabilsek... Halkın belediyelerini halkla hakça yönetebilsek... Atabilsek safralarımızı... Kurtulabilsek Aytaç'lardan, Melih'lerden ve diğerlerinden... Daha güzel olmaz mı? Ne diye sırtlarız bir şekilde sırtımıza bineni çeyrek asırdır?

15 Mart 2010 Pazartesi

Elektrik özelleştirmeleri...

Yine lüzumsuz konulara daldım ben... Hadi lüzumsuz demeyelim de, boyumdan büyük işlere diyelim en iyisi... Evet, elektrik özelleştirmelerine kafayı taktım şimdi de... Gerçi ben taksam ne olur, takmasam ne olur... Atı alan Üsküdarı geçmiş çoktan... Son bir yılda 5.1 milyar dolarlık elektrik özelleştirmesi yapılmış... Turpun büyüğü de heybedeymiş daha... 20 dağıtım bölgesinin henüz beşi satılmış, para babaları (akbabalar da diyebilirsiniz) başta İstanbul olmak üzere diğerlerinin ihalesini bekliyorlarmış... Ayrıca 45 civarındaki termik ve hidroelektrik santralinin satış süreci de hızlandırılmış... En az 20 milyar dolarlık gelire "çantada keklik" gözüyle bakıyormuş otoriteler... İyi, hayırlı olsun... Ne diyeyim ben...

Bu özelleştirme mevzuu hep ilginç gelmiştir bana... Öğrenciyken çok moda bir konuydu... Dersle ufak bir bağlantısını kuran her hoca, kenarından köşesinden mutlaka bir özelleştirme sorusu sorardı sınavlarda... "İn" bir konuydu yani... Devlet hantal, özel sektör cevval... Sat kurtul, arttır verimliliği... Bu da "yüksek kalite, düşük fiyat" olarak yansısın vatandaşa... Kazın ayağının öyle olmadığını Tüpraş ve Telekom özelleştirmelerinde fazlasıyla gördük... En pahalı telefon faturalarını, tarihinde olmadık benzin fiyatlarını özelleştirme sonucunda yaşayarak gördük, görüyoruz... Peki elektrikte farklı mı olacak? Hiç sanmam, hazır olalım zamlı günlere...

Özelleştirme iyi bir uygulama olabilir... Belli ülkelerin kültürleri buna uygun da olabilir... Ama bize uymaz bu... Bizde bazı hizmetlerin kamu eliyle yürütülmesinde sayısız fayda görüyorum... Bunların en başında da "doğal tekeller" gelir... Yani telefon şebekesi, elektrik şebekesi, su şebekesi, demir yolları vs... Bizde aç gözlüdür özel sektör... Zaten özel sektör diyeceğimiz bir şirketimiz de yok sayılır... Vurguncu, kapkaççı hepsi... Kısa yoldan köşe dönme meraklısı... İş etiği, iş ahlakı kısıtlı... Şirket kültürü yok denecek kadar az... Öyle olunca da olmuyor bu işler... Yabancılar da hemencecik iş bilir-iş bitirir bir yerli ortak buluveriyor kendilerine... Bizimle bizleşiyorlar yani... Hani sonradan telafisi de zor oluyor bu işlerin... Çukurova Elektrik, Aktaş Elektrik örnekleri ortada... Diğer taraftan tekel konumundaki bu firmaları özel sektöre devretmekle iş bitmiyor ki... Denetlemek, regüle etmek gerekiyor bunları... Peki mümkün mü bu... Geçiniz... Bizde denetim de, regülasyon da göstermelik... Hele bir bakın Tüpraş'a, Türk Telekom'a... Yatırdıkları 3-5 milyar doları iki yılda çıkardılar bile sırtımızdan... Evet bizim sırtımızdan... Artık para basıyorlar...

Elektrikte de farklı olmayacak bu... Yatırılan milyar dolarlar bizim sırtımızdan çıkarılacak... Acıtacak mı peki? Hem de ne acı... Acının dozu süreye bağlı... Yani kaç yılda çıkaracaklarına... Eğer üç beş yılda çıkartmaya kalkarlarsa çok acıyacak, yok biraz insaf gösterip on onbeş yıla yayarlarsa daha az acıyacak... Peki yayarlar mı bu kadar geniş bir süreye? Hiç sanmam... Daha önceki uygulamalar ortada... Geçmiş olsun bize... Geçmiş olsun hepimize...

10 Mart 2010 Çarşamba

Toyota duyarlılığı...

Toyota marka arabaların gaz pedalında bir üretim hatası olduğunu duymuşsunuzdur... Bütün dünyada milyonlarca araç geri çağrılıp gözden geçirildi... Bu durum Toyota'ya oldukça pahalıya maloldu... Hem maddi, hem de manevi olarak... Güvenilirliği zedelendi... Satışışları düştü, hisse fiyatları geriledi... En büyük darbeyi de Amerika piyasasında yedi... Zira Amerika hem büyük bir pazar, hem de Amerikan vatandaşı güvenilirlik konusunda çok hassas... Amerika'da idari otoriteler de çok duyarlı... Olay ortaya çıkınca satışları derhal durdurttu... Detaylı araştırma yapıp, ne yapılması gerektiğine karar verdi... Basından izlemişsinizdir, Toyota başkanı zedelenen Toyota imajını düzeltmek için çırpınıp duruyor... En son Amerika senatosuna bilgi verdi... Burada ağlayarak Amerika halkından özür diledi... Bize güvenip, bizim markamızı tercih eden Amerikalıların güvenine layık olamadık dedi... Onların canını tehlikeye attık dedi... Bize yakışmadı bu dedi...

Buraya kadarı normal... Olması gereken bu... Ama benim derdim bundan sonra başlıyor... Zira hasbelkader ben de bir Toyota sahibiyim... Daha bir buçuk yıl olmuş alalı... Bu güne kadar da bir şikayetim olmamış... Yine de gelişmeleri hassasiyetle takip ettim... Başlangıçta Türkiye'de satışa sunulan araçlarda bir sorun olmadığı söylendi... Bana biraz garip gelmişti bu... Nasıl yani? Bütün dünyaya arızalı araba verilirken, Türkiye gibi sahipsiz ve denetimsiz bir ülkeye sorunsuz Toyotalar gelmiş ha... Olacak iş değil diye mırıldandığımı hatırlıyorum... Daha sonra bizdeki bazı arabalarda da sorun olabilir dendi... Sorunlu olabilecek arabalar derhal tespit edip servislere çağrılacak diye de ilave ettiler... Ne yalan söyleyeyim, bunda da bir gariplik görmedim... Tamam ülkemde işlerin nasıl yürüdüğünü hasbelkader biraz bilirim... Her işte "Türk usulü" bir alaturkalık beklerim... Ama bu konuda olumsuz bir düşünce aklımdan geçmedi nedense... Belki de yabancı bir marka olduğundan... Bütün dünyada nasıl bir prosedür uygulanıyorsa, Türkiye'de de o uygulanır diye düşündüm herhalde... İçim rahattı yani...

"Derdime mi yanayım, sorana mı" gibilerinden bir söz vardır... Gerçi pek bir dert edinmemiştim ama... Olsun... Eş dost sormaya başladı... Eee, sordun mu? Senin arabada da bir sorun var mıymış? gibilerinden sorular ard arda gelmeye başladı... Ben de "sormadım, bir sorun olsa ararlardı zaten" şeklinde cevaplar verdim soranlara... Ama samimi olarak... İnanmıştım çünkü buna... Taki düne kadar... Dün gazetelerde "Toyotanın Auris modeli yenilendi" diye bir haber gözüme çarptı... Ben de şu yeni modelin resmine bir bakayım diye Toyota web sitesine girdim... Derken web sitesinin sağ alt köşesinde küçük bir bölüm dikkatimi çekti... "Potansiyel gaz pedalı sorunu ile ilgili bilgilendirme" yazıyordu orada... Tıklamadan önce "sanırım Toyotası olan müşterilerimiz bu konuda endişelenmesin, sorunlu arabalar derhal tespit edilip kendilerine ulaşılacaktır" gibilerinden bir mesaj vardır burada diye düşündüm... Tıklayınca gördüm ki şasi numarası girilerek arabaların sorunlu olup olmadığı sorgulanıyor... Yine aklımdan kötü bir şey geçmedi... Sorunlu arabaları haber verip çağırmışlardır, yine de ne olur ne olmaz diye buradan da bir sorgulama imkanı tanımışlardır diye düşündüm... Ve boşluğa arabamın şasi numarasını girip "sorgula" butonuna bastım... Karşıma çıkan mesajda "Aracınız potansiyel gaz pedalı sorunu geri çağırma kampanyası dahilindedir. Lütfen en yakın Toyota Yetkili Servisine başvurunuz" yazıyordu... Ne yapacağımı bilemedim... Şaşırdım kaldım... "Toyota hakkında benim düşüncelerim ne, onların tutumu ne?" diye hayıflandım... Aylardır sorunlu olduğu bilinen bir arabaya biniyorum, bunu bilenlerin umurunda bile değil... Sorumluluğu bana yıkmış yani... Web sitesine bir sorgulama koymuş, sıyrılmış aradan... Sanki araba sattıkları her vatandaş bilgisayar ve internet imkanına sahip de... İmkanı olsa bile aklına gelecek mi acaba oraya girip sorgulamak? Neyse homurdanmanın alemi yok... Burnumdan soluyarak Toyota servisinin yolunu tuttum tabi...

Gidene kadar da öfkem biraz yatıştı hani... Kendi kendime saf olma dedim... Bilmiyor musun bizim ülkemizde işler bize özgü yürür? "Yabancı da olsa, bizde bizleşir insan" dedim... Öfkesi iyice yatışmış, muma dönmüş bir şekilde servis danışmanına derdimi anlatmaya başladım... Oralı bile olmadı hatun... "Önemli bir sorun değil, endişe etmenize gerek yok" dedi... "Bir şey de yapmayacağız zaten" dedi... Nasıl yani dedim... Niye "derhal servise gelmem gerektiği" yazıyordu orada dedim... Yine pek oralı olmadı... "Arkadaşlar yarım saate kontrol edip hazır eder, siz çay kahve keyfinize bakın lütfen" dedi hostes görünümlü hatun... Dediği gibi de oldu... Yarım saat sonra arabamı yıkamışlar, teslim ettiler bana... "Ne yaptınız şimdi peki?" dedim... "Hiççç!" dedi hatun... "Kontrol ettik, bilmem nereye basit bir mandal taktık" dedi... "Hepsi bu mu yani?" dedim, hafif kinayeli bir şekilde... Gayet umursamaz bir tavırla "evet" dedi ve bir kağıt kalem uzattı... Servis memnuniyetimi belirten bir puanlama yapıp imzalamam gerekiyormuş... 1 ile 5 arası bir not vermemi istedi... Düşündüm, düşündüm... Yine düşündüm... Karşımdaki bayana baktım... Muhtemelen asgari ücretle evine ekmek götürmeye çalışan biridir dedim... Verilen görevi yapmaya çalışıyordu işte... Aldım kağıdı elime ve "5" yazıp imzaladım... Sevindi... Evet sevindi... Onun dünyası oydu çünkü... Senin araban, risk altında olman, Toyota'nın ne sattığı, ne aldığı, kaç lira kar ettiği çok uzaktı O'na... Onun görevi 5'i koparmaktı, işinin devamı 5'e bağlıydı anlayacağınız...

Araba yıkatmayı bari beleşe getirmiş olduk bu vesileyle diye tebessüm ederek yürüdüm... Ama soramadan da edemedim... Niye böyle yürüyor işler bu güzel ülkemde? Niye...

8 Mart 2010 Pazartesi

Ziraat Bankası büyük kar etmiş, sevinelim...

Geçenlerde haberlerde izledim, Ziraat Bankası yüz yılın karı sayılabilecek bir kar rakamı açıklamış... Bankanın genel müdürü ballandıra ballandıra anlatıp duruyordu... Ne kadar çok çalıştıklarını, bankayı ne kadar iyi yönettiklerini, halkımıza ne kadar çok kredi verdiklerini, bankanın aktiflerini nasıl büyüttüklerini bir güzel anlattı sağolsun... Ben severim böyle haberleri... Denenleri de dinlerim, denemeyenleri de... Kendi küçük beynimde de hemen bir analiz yaparım... Doğru veya yanlış mutlaka yaparım bu analizi... Tutamam kendimi... Elimde değil anlayacağınız...

Kutluyorum genel müdürü... Büyük başarı doğrusu... 3.5 milyarlık kar hiç fena değil... Eski parayla 3.5 katirilyon... Büyük para doğrusu... Hem de krizin insanlarımızı inim inim inlettiği bir dönemde... Özel sektörümüzün iflas ettiği bir dönemde... Borçlarını ödeyemediği için işadamlarımızın intihar ettiği bir dönemde... İşini kaybettiği için insanlarımızın bunalıma girdiği bir dönemde... İflaslar dolayısıyla insanlarımızın toplum içine çıkamadığı bir dönemde... İcra takiplerinin tavan yaptığı bir dönemde... Ödenmeyen kredi kartı borcunun yüzde yirmibeşlere vurduğu bir dönemde... Kısacası her şeyin taban olduğu bir dönemde... Evet böyle bir dönemde bu kar rakamı başarı sayılmaz, katmerli başarı demek gerekir buna... Kutluyorum kendilerini...

Bu bir itiraftır aslında... Batanların, iflas edenlerin, icrada malını mülkünü üç paraya kaptıranların sorumlularının ilanıdır... Kriz dolayısıyla servet el değiştirmelerinin bir resmidir... Kapitalist düzenin çerçeveli bir fotoğrafıdır... Sistem kendi mecrasında işlemiştir... Genel müdür işleyen mekanizmanın kriterlerine göre başarılıdır... Zaten heyecanından da anlıyorsunuz bu başarı duygusunu... Eksik söylemiş aslında, yüzyılın değil bin yılın başarısıdır bu... Beceriksiz, lümpen özel sektör görsün nasıl şirket yönetildiğini...

Evet bu kar uzaydan gelmedi... Senden, benden gitti... Kah EFT komisyonu olarak gitti, kah fahiş kredi faizi olarak... Ama gitti bir şekilde... Öyle bir transfer ki, o büyürken sen ben küçüldük, büzüldük... Amacı çiftçileri ve esnafı desteklemek, büyütmek olan bir banka... Çiftçi ve esnaf can çekişirken büyüyor, obezleşiyor... Amacı hayat öpücüğü vermek olan bir banka, kan emen bir vampire dönüşmüş sanki... Ya çalışanları... Daha yüzü gülen bir devlet bankası çalışanı görmedim ben... Hepsi asık surat, hepsi bezgin bekir... Belli ki yüzyılın karından onların payına da düşen bir şey yok... Çok şanslı üst düzey azınlık bir kesim hariç tabi... Onların tuzu kuru...

Bu tablo sadece Ziraat Bankasının resmi değil aslında... Kamu veya özel tüm bankalarımızın resmi... Geçmiş olsun ülkeme, geçmiş olsan insanıma...

5 Mart 2010 Cuma

CHP'li kadınlar çarşaf yırtmış...

Evet, haberi izlemişsinizdir... Mersin CHP kadın kollarına bağlı bir gurup kadın siyah kumaş yırtıyor... Hızını alamıyor, bir güzel de çiğniyor... Büyük bir kin ve öfkeyle... Bir şeylerin hıncını alırcasına... Yırttıkları siyah kumaş, kara çarşafı temsil ediyormuş... Bu kadınlar hilafetin kaldırılması yıldönümü etkinliklerine akıllarınca küçük bir katkı yapıyor... Çorbada bizim de tuzumuz olsun diyorlar... Gerçi tepkiler üzerine "yırrtığımız siyah kumaşlar, ülkemizin üstünü saran kara bulutları temsil ediyordu" diye yan çizmişle ama... Geçiniz... Geçmiş olsun artık...

Oldum olası sığ düşünceleri, yüzeysel mantıkları, zeka kırıntısından yoksun uygulamaları anlayamamışımdır... Beşiktaşın meşhur taraftar gurubu Çarşıyı sırf bu yüzden çok severim... Yaptıkları her eylemde, açtıkları her pankartta mutlaka bir yaratıcılık, bir espri, bir zeka boyutu vardır bu gurubun... Güldürürler, güldürürken de mutlaka düşündürürler... Neyse dağıtmayalım konuyu...

Peki ne yapmış oldu şimdi bu CHP'li kadınlar... Olaya insani boyuttan bakarsan insanlık yok... Siyasi boyuttan bakarsan siyasi getiri yok... Külliyen kayıplarla sonuçlanan bir eylem yani... Aslında eylem denecek bir eylem de yok ortada... Basit, sıradan ve çocukça... Evet insani değil, insanı anlamıyor çünkü... Yırttığı kara çarşaf, sevelim veya sevmeyelim bazı insanların giyim tarzı... Ya da inançları uğruna giydikleri bir şey... İslamda var veya yok... Sana ne, bana ne... İnancını yorumlarken sana veya bana danışmak zorunda mı? Ne hakla başkalarının giyimine hakaret edersin sen... Vergisini veren herkes en az sen kadar vatandaştır bu ülkede... Yaptığını insani açıdan değerlendirecek olursak "dangalaklıktır" tek kelimeyle... Kimsenin kimseyi aşağılamaya, horlamaya ve ötekileştirmeye hakkı yoktur bu ülkede... Yaşam tarzını, yediğini, içtiğini, giydiğini anlamasakta, anlayamasakta...

Gelelim olayın siyasi boyutuna... Siyasi bir eylem niye yapılır? En basit haliyle ya oy kazanmak ya da rakibine oy kaybettirmek için... Peki böyle bir sonuç doğurabilir mi bu eylem? Yoksa tam tersi mi? Hiç tereddüt yaşamanıza gerek yok... Tamamen CHP'nin aleyhine olmuş bir eylemdir bu... Etkileri de Mersin hudutlarını çoktan aşmıştır... Parti yönetiminin tabanı genişletme çalışmalarına bir sabotajdır bu... Bir tarafta kara çarşaflıya rozet takan parti yöneticileri, diğer tarafta kara bez çiğneyen uçuk partili kadınlar... Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu... Kitle partilerinin ayrımcılığa, ötekileştirmeye hakkı olamaz... Hele Atatürk'ün kurduğu bir partide bunun tartışılması bile abestir... Bahsettiğim şey ilkesizlik, omurgasızlık değildir... Tabi ki prensiplerin, doğruların, hassasiyetlerin olacak... Bunları savunacaksın da... Savunurken kırıp dökmeyeceksin ama... Sevmesen de kucaklayacaksın... Sevmediklerinin, sevdiklerini sevmesini sağlayacaksın bir şekilde... Gayet ince, gayet nazik, gayet diplomatik yollarla...

Bu eylemin kazananı AKP'dir tereddütsüz... Erimeye, dağılmaya başlayan tabana hayat öpücüğü olmuştur bu eylem... Bilerek veya bilmeyerek... Bülent Arınç'ın alelacele yaptığı açıklamalardan da anlayabiliyoruz bunu... Geçmiş olsun CHP'ye... Parti yönetiminin durum düzeltme çabaları beyhude... Mesaj alınmıştır çoktan...

Beni asıl üzen ise, bütün bu iğretiliklerin Mersin'imde olması... Doğup büyüdüğüm güzel Mersin'imde... Artık geride kalan Mersin'imde... Hikayelerimdeki Mersin'imde... İstemediğim Mersin'imde... Mersinlilersizleşmiş Mersin'de... Geçmiş olsun bana da...

2 Mart 2010 Salı

Yüksek kulelerde yaşam...

Yirmi yıldır iş hayatının içindeyim... Değişik yerlerde çalıştım... Ama hiç biri yüksek binalar değildi... Ta ki bir kaç ay öncesine kadar... Çalıştığım kurum yeni bir binaya taşındı... Oldukça yüksek bir bina... Yerüstünde yirmi, yeraltında da dört beş katı var... Onbeşinci katı ugun görmüş büyüklerim benim için... Ama bir tuhaf geldi burası bana... Alışamadım henüz, bu gidişle pek de alışacak gibi değilim... Binanın da her yanı camdan... Kenara yanaşsam düşecek gibi hissediyorum kendimi... Aşağıda olup bitenden bihaberiz zaten... Yandaki inşaat da olmasa dışarıdan ne ses var ne seda... 


Niye böyle yüksek binalar yapılır anlamam... Koca Ankara'da arazi bitti de kıtlık baş gösterdi sanki... Etrafa şöyle bir güzel yayılmak varken, daracık bir alanda bulutlara ulaşmak için yapılan bu yarış niye... Bak alışamadım ben... Başka birimlerden bir arkadaşa uğramak istiyorum, kolaysa git... Biriniz birinci katta, diğeriniz onbeşinci katta... Günümün yarısı asansör önünde kuyrukta geçiyor sanki... Dörtyüz kişinin sabah ve akşamları aynı saatte asansör önüne doluşması yetmiyormuş gibi, öğlenleri de var aynı eziyet... Yemekhane yerin iki kat altında zira... Bir de yemek için hareketleniyoruz katlar arasında anlayacağınız... Yapacak bir şey yok, bu kopuk ve izole yaşantıya alışmaya çalışacağız artık...


Halbuki ne kadar güzeldi önceki mekanımız... Dört katlı şirin bir bina.... Bir çırpıda ulaşıverirdik her yere... Hepimiz içiçeydik, ama bir o kadar da mutlu... Koptuk, koparıldık şimdi... Biraz zorlama da olsa dört kata sığan bizler, serpiştirildik yirmi kata... Eminim üç beş yıl sonra bu bina da yetmez bize... Devlette böyledir, yer müsaitse içi bir şekilde dolar... Kadro sıkıntısı, KPSS falan demeyin... Öyle veya böyle kitabına uydurulur... Teferruattır onlar...


Evet sevmiyorum bu camla kaplı uzun binaları... Adına gökdelen de deseniz, plaza da deseniz sevimsiz geliyor bana... Hiç bir mimari estetiği olmayan dış görünüşünün yanında, içi de bir o kadar soğuk ve ruhsuz... Kopuk ruhlar mezarlığı gibi bir şey işte... Alın bu ucube kulelerinizi benden... Benim kalıbımda bir barınak yeter bana...