28 Ocak 2011 Cuma

Tunus, Mısır ve sonrası...

Dünya ısınıyor yeniden... Kitleler sokta... Hak arıyorlar, haksızlığa isyan ediyorlar... Sefalet kaderimiz değil diyorlar... Totoliter rejimler tehlikede gibi... Otoriteleri sarsıldı... Fiyakaları bozuldu...

Evet, ilk kıvılcım Tunus'ta çakıldı... Halk sokaklara indi... Düşüncelerin karanlık kalmış kuytu dehlizleri aydınlanmaya başladı sanki... 23 yıllık diktatör gitti...  Zeynel Abidin bilmem ney ülkeyi terkederek canını kurtarabildi... Yenisi veya yenileri nasıl olur bilemiyorum... Umarım daha iyi olur...

Şimdi sıra Mısır'da gibi... Hüsnü Mübarek'in 30 yıllık tahtı sallantıda... Ha gitti, ha gidecek... Kolay mı olur, zor mu olur bilemem... Ama Mısır'da da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin... Mısır diğer ülkelere benzemez... Oradaki değişimin etkileri sadece kendi sınırları ile sınırlı kalmaz... Bütün Arap alemini etkiler... Mısır'lılar ilk kez hayırlı bir işe vesile olacaklar gibi...

Evet, değişim sancısı Orta Doğu ve Kuzey Afrika'yı sarmış vaziyette... İnternetin yaygınlaşmasından sonra kitleleri kontrol altında tutmak eskisi kadar kolay olamıyor... Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım ağları vasıtasıyla kolayca organize olabiliyor yığınlar... İyi ki de oluyorlar... Bu coğrafyanın değişmesi şart... Geç bile kalındı... Baskıcı, despot rejimlerin devri kapanmalı artık... Daha özgürlükçü, daha müreffeh bir yaşam herkes gibi bu coğrafya insanının da hakkı...

Yaşanan dönüşüm sürecinin arkasında kimler var bilemem... Avrupa mı, yoksa Amerika mı?.. Ya da İsrail?.. Belki de tamamen içsel dinamikler... Hiç farketmez... Değişim, dönüşüm olsun da kimin iteklemesiyle olursa olsun... Bu günkü durumdan daha kötü olacak hali yok ya... Kaybedecek neyi var bu insanların... Zincirlerinden başka...

Yarınlardan umutluyum... Her şey daha iyi olacak inşallah...

20 Ocak 2011 Perşembe

Mim'i öldürmek...

“Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?”

Kaçmak beyhude… Kurtuluş yok gibi bu mimlerden… Bir mim, iki mim derken sayısını da unuttum artık…

Evet, bu defa talimat Müge'den... Sıkı sıkı tembihlemiş, "mimi bekliyorum ha" diye... Çaresiz cevaplayacağız artık... Daha cevaplanmamış onca mimim varken hem de...

Sıraya uymamış olsak da, bir yerinden başlamak en iyisi galiba...

Müge arkadaşımızı tanımayanınız yoktur herhalde... Blog âleminde yolumun kesiştiği ilk gönül dostlarımdandır kendileri... Edebi ve sanatsal yönü oldukça zengin olan diş hekimi arkadaşımız... Fırçalar işe yaramış olacak ki, “dişçi” demez oldum bak… Kalemi güçlü arkadaşlarım alınmasın ama Müge kadar düzgün ve akıcı yazı yazabilen başka birini görmedim henüz... Yazılarındaki sempatik ve canlı üslup da cabası hani...

Her neyse, mime geçelim artık… Kurallara, kaidelere gelemem bilirsiniz... Bu nedenle mimi cevaplıyorum derken nereden girer nereden çıkarım bilemem... Peşin peşin söyleyeyim de, bu nasıl iş demeyin sonra...

Bir kitap kurdu olduğum söylenemez pek... İlk kitapla tanışmam ortaokul yıllarıma rastlar... Zaten ilkokulu okuyup okumadığım da tartışılır... Türkçe öğretmenimizin zorlamasıyla  Jules Verne'nin "Seksen Günde Devr-i Alem" adlı romanını okumuştum ilk... Öğretmenimize bir sayfalık bir de özet sunduğumuzu hatırlıyorum... Sonradan aynı yazarın "Dünya Merkezine Yolculuk" ve "Deniz Altında 20.000 Fersah" adlı romanlarını da okudum... Hem de gönüllü olarak...

 Bu ilk kitaplar zihnimde öyle bir yer etmiş ki, sanki kitap okumaya Jules Verne'den başlanması gerekir gibi bir algı oluşmuş beynimde...  Nerede elinde kitap olan küçük bir çocuk görsem, hemencecik Jules Verne'nin kitapları gelir gözümün önüne... Jules Verne, yaşadığı çağın çok sonralarını tasvir ederek romanlarında işleyen bir yazar... Bu yönüyle bizde bir merak uyandırıp kitaba yönelmemizi düşünmüş olabilir öğretmenimiz... Evet, ilkler unutulmuyor nedense…

Ancak tam olarak okuma zevkini tattığım kitap, Victor Hugo’nun “Sefiller” romanıdır… Kitabı okudum mu, birebir yaşadım mı bilinmez… Ama her satırından ayrı bir keyif aldığım kesin… Şansıma çevirisi de mükemmeldi… 

Hayatımda birçok kitabın yeri vardır… Ama bir kitabın yeri bambaşka… Gençliğimin son evrelerinde okuduğum bir kitap… İsmi, To Kill A Mockingbird… Yazarı, Harper Lee… Yanılmıyorsam yazarın ilk ve son romanı… 1960’ların başında yazılan bir roman… Satış rekorları kırmış, birçok ödül almış ve sinemaya uyarlanmış bir roman… Okurken zaman zaman ağladığımı hatırlıyorum… 

Roman gerçek bir olaydan esinlenilerek kaleme alınmış… Büyük buhran yıllarında Amerika’nın güneyinde bir kasabada geçiyor olay… Beyaz bir kıza tecavüzle suçlanan gariban bir zencinin mahkeme serüveni etrafında gelişen olaylar… Bu zenciyi savunma cesareti gösteren beyaz bir avukatın yaşadıkları… En ilginci de, romanın iki küçük çocuğun dilinden anlatılmış olması… Yer yer sokak diliyle… Amerikan kültürüne ve yaşam tarzına biraz aşina biri olarak çok iz bıraktı roman bende…


Irk ayrımının, aşağılanmanın, horlanmanın, kötü muamelenin ustaca resmedildiği bir roman… Uzun yıllar süren Kuzey-Güney savaşının doğurduğu olumsuzluklar, büyük buhranın yol açtığı kesif fukaralık ile birleşince romandaki dramlar çıkmış ortaya… Mahalleler ayrılmış, kiliseler ayrılmış birbirinden… Zenci ve beyaz diye… Zenciye “negro” demek yetmemiş, “pis zenci” anlamında “nigger” denir olmuş… 

Romanı İngilizce aslından okumuştum… Sonradan öğrendim ki, “Bülbülü Öldürmek” adıyla Türkçe versiyonu da varmış… Ama okurken bilmiyordum bunu… Zira google yoktu o zamanlar… Türkçe baskısı nasıldır bilemiyorum… Ama iyi olabileceğini düşünüyorum, çünkü konusu Türkçe anlatıma çok uygun…

"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın. Bülbüller bahçeleri yağmalamazlar, sadece şarkı söylerler. Hem de yüreklerini paralayana dek…" (Kitaptan bir alıntı).

Benden bu kadar… Bu mimi kendime sakladım, kimseciklere göndermiyorum işte..:))

11 Ocak 2011 Salı

Koyver gitsin...

Akaryakıt fiyatlarından yakınmışımdır hep... Dünyanın en fakiri değilsek bile fakir bir ülkeyiz... Fert başına gelirimiz 10 bin doları geçmez... Bu da son yıllarda geliştirilen şişirme yöntemlerle... En zengin yüzde yirmilik kesimi düşsek, sanırım 3-4 bin doları geçmez bu rakam... Buna rağmen dünyada en pahalı akaryakıtı biz kullanırız... Benzin olmuş 4 lira... Dolar ile ifade etmem gerekirse 3 dolara yakın... Amerika'da galonu (yaklaşık 4 litre) 2 dolar civarında...

Niye peki?.. Vergiler yüzünden... Tüpraş tekeli yüzünden... Dağıtıcı oligopolü yüzünden... Etrafımız sarılmış anlayacağınız... Göz dikmişler cebimize... İstiyorlar, daha çok istiyorlar... Normal yollardan vergi mi toplayamıyorsun?.. Kolayı var, bütün akaryakıt istasyonları oldu vergi dairesi işte... Onların ağzına da çalıver iki damla bal... Alan memnun, salan memnun... Vatandaş mı?.. Geç onu... Seçimlere kadar oyalayıver yeter... Ya sonrası?.. Merak etme alışırlar... Nelere alışmadılar ki...

Takmıyorum ben artık... Müstehak bize... Az bile desem yeridir hani... Bu gün öğrendim ki, 2010 yılında otomobil satışları rekor kırmış... Hafif ticari araçlar dahil 760 bin yeni araç çıkmış trafiğe... Bütün zamanların rekoruymuş bu... Vatandaş ucuz arabaya koşmuş adeta... Ama peşin, ama krediyle... Akaryakıt fiyatları hiç aklını çelmemiş vatandaşın...

Ekonomi kitaplarında arz ve talep kanunu diye bir konu var bilirsiniz... Bu kanuna göre, fiyatla talep ters orantılıdır... Yani fiyatı artan malın talebi düşer, fiyatı düşen malın talebi artar... Aynı kural, akaryakıt ve otomobil gibi birbirini tamamlayan mallar için de geçerlidir... Buna göre, artan akaryakıt fiyatları otomobil talebini düşürmesi gerekir... Bu benzin fiyatlarıyla araba alınmaz demesi gerekir vatandaşın... Ama öyle olmamış işte... Yanılmış ekonomi kitapları... Ya da bildik iktisat kuralları işlememiş yurdum insanına... Yakmalı bu kitapları... Yanlış yazıyorlar... Yanıltıyorlar ben gibi saftirikleri...

Evet, şuracıkta öneriyorum işte... 4 lira yetmez, 6 lira olmalı benzin fiyatları... Hatta 8 lira olmalı... Ancak bu keser vatandaşın otomobil iştahını... Kim bilir, belki de kesmez...

5 Ocak 2011 Çarşamba

Ödüllü olmak...

Yeni yıl iyi olacak galiba... Ödül ile başladım yeni yıla... Ne tür bir başarıya imza attım da bu ödülü kazandım bilinmez ama kazandım işte... Ödül elimde... Sımsıkı tutuyorum avuçlarımda... Ola ki yanlışlıkla konmuşsa elime, uçup gitmesin diye...

Evet, ödülüm sevgili şair arkadaşım Ruhgezgini'nden... Ruhgezgini arkadaşımı tanıtmama gerek yok, hepiniz biliyorsunuz zaten... Minimalist arkadaşımızın bir takdim yazısıyla heberdar olmuştuk kendilerinden... İyi ki de olmuşuz... Kendi adıma söylemem gerekirse, şiiri onunla tekrar keşfettim sanki... Duygu yüklü dokunaklı dizelerinde yüreğimiz dağlanırken, kendi geçmişimizden de birer kesit  yakalıyoruz sanki... Kah duygulanıp hüzünlenerek, kah iki damla göz yaşı olup yanaklardan süzülerek... Umutsuzca dize olup akarken, umutsuzlara umut oluyoruz belki de... Her neyse...

Ödülüm Making Smiles on Faces Award... Yazılarım insanların yüzüne tebessüm olarak yansıyor mu bilinmez ama ödülü kaptım ben... Çok da mutlu oldum... Beni de hatırladığı için sevgili arkadaşıma çok teşekkür ediyorum... Eksik olmasın, kalemine ve yüreğine güç versin Allah'ım...

Ödülün kuralı nedir bilmem... Zaten kaideyi, kuralı pek sevmem bilirsiniz... Bu nedenle bu güzel ödülü tüm izleyicilerime birden gönderiyorum... Buyurunuz efendim...