31 Aralık 2010 Cuma

As years go by...

Evet, yıllar akıp gidiyor... 2010'a merhaba deyişimi daha dün gibi hatırlıyorum... Adını tam olarak koyamadığım nice umutlarla karşılamıştım oysa onu... Ama o da tıpkı öncekiler gibi geldi ve geçti... Bütün sıradanlığıyla... Şimdi 2011'e merhaba demeye hazırlanıyorum... Fazla bir beklentiye girmeden...

Sanırım 40'lı yaşlara özgü bir duygu bu... Heyecan ve umudun yavaş yavaş yerini endişe ve kaygılara bıraktığı yeni yıllar... Her yeni yıl sanki ömürden düşen yeni bir yaprak... Zamana karşı yarışın kaybedilmeye başlandığının en somut işareti... Her önüne çıkana gülümseyerek mutlu yıllar da dilesen... Saklayamıyorsun içindeki derin endişeyi... Evet, akıp gidiyor zaman... Senden kopardıklarını da katmış önüne... Dimdik ayakta durmaya çalışsan da... Gerçek orada duruyor bütün çıplaklığıyla...

Yıl dönümlerinde kendimi bir muhasebeci gibi hisseder oldum artık... Kazanımlarımı ve kayıplarımı düşünüyorum... Artıda mıyım, yoksa ekside mi diye... Envanterime bakıyorum, hesaplar gerçekçi mi diye... Şükür kazanç tarafı daha fazla gibi... Akıp giden zaman aldıklarından daha fazlasını vermiş sanki... Badireli yollarda fazla pişmanlıklar bırakmadan ilerleyebilmişim... Sağlık ve sıhhatten yana pek ağır imtihanlara tabi tutulmamışım... Kısacası gelen gideni aratmamış sayılır...

O halde kendimden yana fazlaca bir istekte bulunmuyorum yeni yıldan... Sağlığımız ve sıhhatimiz yerinde olsun yeter... Zamansız ve sırasız acılar yaşatmasın Allahım... Ülkemin ve milletimin huzuru için duacıyım... Allah bilumum acıdan, felaketten, kavgadan, gürültüden insanlarımızı korusun... Umarım yeni yıllar ortak paydalarımızın artmasına ve pekişmesine zemin yaratır... Bu duygularla bütün blog arkadaşlarımın yeni yılını kutluyorum... Yeni yılın mutluluğumuzu, huzurumuzu arttıracak müjdelerle gelmesini diliyorum...

14 dönüm fındıklık...

Sakarya'da 14 dönümlük fındık bahçesi... İki kardeşe babadan miras anlaşılan... Biri satıp paracıkları cebe indirmek istiyor... Diğeri sattırmam diyor... Tek başına yedirmem sana diyor... Anlaşmazlık husumet getiriyor...

Buraya kadarı normal... Miras anlaşmazlık demektir zaten... Paylaşım zordur... Hele mirasın boyutu biraz da fazlaysa... Kolay değildir paylaşmak... Sen çok aldın, ben az aldım... Husumet... Husumet... Bir ömür sürecek alınganlık, dargınlık, kırgınlık...

Fındıktan anlamam... 14 dönümlük bir arazinin parasal değeri nedir bilmem... Kaça alınır, kaça satılır... Yıllık ne kazanç verir... Hiç bilmem... 14 milyar mı?.. Yoksa 140 milyar mı?.. Ya da 1.4 trilyon mu?..

Ama öğrendim... Dört can! İki masum çocuk ile ana ve babalarının canı... Kaç lira bedel biçersen biç... İster bin lira, ister trilyon lira... Sana kalmış ayrıntısı...

Sen misin laftan anlamayan... Sen misin söz dinlemeyen... Anlayacağın dil belli o zaman... Kör kurşun... En namerdinden...

Mal mülk kaygısı tamam... Para sevdası tamam... Gözü dönmüşlük tamam... Sevgisizlik tamam... Her şey tamam da... Cinayet işlemek bu kadar kolay mı?.. Gözünü kırpmadan 4 cana kastetmek bu kadar kolay mı?.. Kardeşi, kardeş eşini öldürmek bu kadar kolay mı?.. 12 yaşındaki yeğene namlu doğrultmak nasıl bir duygu?.. Kısacası öldürmek bu kadar kolay mı?..

Belli ki kolay... Yoksa sevgiden nasibin... Yoksa insanlıktan nasibin... Her şey kolay... Sık gitsin...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Akaryakıt fiyatları...

Benzin olmuş 4 lira... Pahalı, hem de çok pahalı... Avrupa'nın da en pahalısı, dünyanın da... Ben pek hissetmedim ama milli gelirimiz artıyormuş... Belki de ondandır... Zenginleşme kesintisi gibi bir şey yani...

Akaryakıtın ülkemizde bu kadar pahalı olmasının bir kaç ayağı var... En önemli ayak vergiler... Benzin fiyatının dörtte üçü vergilerden oluşuyor... Kalanı rafinerici, dağıtıcı ve bayi (istasyon) arasında pay ediliyor... Bu oranda bir vergi hem çok yüksek, hem de çok adaletsiz... Tamamen temel ihtiyaç maddesi sayılabilecek bir ürün üzerine bu kadar yüksek oranda vergi koymak insafsızlıktan başka bir şey değil... Ya da normal yollarla vergi toplayamama aczinin bir tezahürü... Fakir ve zenginden aynı miktarda alınıyor olması da adaletsiz yönünü oluşturuyor bu verginin... Günümüz koşullarında 2.5 liranın üzerindeki benzin fiyatının savunacak bir tarafı yoktur... Bu konuda hükümetin bahaneler uydurmasına gerek yok... Vergi Dairesi gibi görüyor benzinlikleri... Daha önceleri de böyleydi bu... Ama bu hükümet döneminde iş şirazesinden biraz çıkmış vaziyette... Bir an önce bu konuya başbakan düzeyinde el atılması gerekir... Toplumsal infiale doğru gidiyoruz... Ali Babacan veya Mehmet Şimşek düzeyinde halledilebilecek bir konu değil bu... Taner Yıldız'dan hiç bahsetmiyorum... "Dünya piyasalarında fiyat düşerse bizde de düşebilir" gibilerinden bir laf etmiş sayın bakan... Belli ki akaryakıttaki fiyat dinamiğini kavrayamamış... Her neyse...

Akaryakıt fiyatının diğer ayaklarında da problem var... İç piyasada satılan akaryakıtın büyük kısmı Tüpraş'tan temin ediliyor... İthalat da var ama fiyat oluşumunda belirleyici değil... Tüpraş, düne kadar devletteyken özelleştirme sonucunda Koç Gurubuna geçti... Böyle bir tesisin özelleştirilmesi ne kadar doğruydu tartışılabilir... Ama tartışılmaz bir gerçek var ki, o da Tüpraş'ın blok halinde satılmasının yanlışlığı... Tüpraşa ait dört rafineri blok halinde tek alıcıya verildi... Devlet tekelinden özel sektör tekeline geçmiş oldu yani... Özel sektör tekelinin ne menem birşey olduğunu sanırım söylememe gerek yok... Bu süreçte Rekabet Kurumu ne yapıyordu bilemiyorum... Zaten kağıt üstünde bağımsız olması gereken bu üst kurulların ne iş yaptığını ben hiçbir zaman anlayamadım... Ha unutmadan söyleyeyim... Fiyat oluşumunda söz sahibi olması gereken bir kurum daha var, EPDK... O da bir üst kurum... Ama ne iş yapar inanın bilmiyorum...

Rafineriler blok halinde tek bir gurubun kontrolüne geçince, haliyle rekabet falan oluşamadı... Rafineri maliyeti nedir, rafineri karı makul müdür bilinmez oldu... Zira rafinericin hammadde alışları kontrol dışı... Offshore şirketleri vasıtasıyla maliyetleri şişirmek çok kolay... Denetimi de bir o kadar zor... İthalat yoluyla rekabet de bu sektörde imkansız gibi bir şey... Hele tepenizde Tüpraş gibi bir demoklesin kılıcı sallandığı sürece...

Dağıtıcı ve bayi ayağında da sorunlar var... Bir defa sürümün fazla olduğu şehir merkezleri üç beş dağıtıcıya teslim olmuş vaziyette... Etrafta Shell, BP, Opet, Petrol Ofisi ve Total dışında istasyon görmek adeta imkansız... Bunların da fiyat konusunda aralarında gizlice anlaştığı aşikar... En azından kuvvetle muhtemel... Resmi rakamlara bile bakılsa, ülkemizde dağıtıcı ve bayi karının 40 kuruşu geçtiği görülür... Avrupanın neredeyse dört katı... Tatlı kazanç doğrusu... Merkezi bir yerde benzinliğin olsun, sırtın yere gelmez gari...

Her şeye rağmen yapılabilecek bir şey yok mu peki?.. Bence var... Ya Tüpraş'ın bölünmesi için Rekabet Kurumu bir şeyler yapacak... Ya da yeni rafinerilerin yapımı konusunda devlet harekete geçecek... Rekabet açısından bu konu çok önemli... Vergiler makul seviyelere düşse bile önemli... Rekabetsiz ve düzenlemesiz özel sektör tekeli olur mu hiç?..

Kısa vadede fiyatların düşmesi için yapılacak şey ise belli... Derhal vergilerde litre başına en az 50 kuruşluk indirime gitmek... Ve akaryakıta fiyat tavanı koymak... Devlet kontrolü yani... Bu devirde fiyatlara devlet müdahalesi olur mu demeyin lütfen... Bal gibi olır... Bıçak kemiğe dayandı... Tak etti canımıza artık...

Son bir söz... Vergiler düşerse bütçe açık vermez mi peki? İnanın vermez... Fazla bile verir hatta... Düşen fiyat seviyesinde akaryakıt tüketimi artacağı için toplanan vergi eskiye nazaran daha fazla olacaktır... Bu kadar basitse kocaman bakanlar niye akıl edemiyor bunu diyebilirsiniz... Bilmiyorum doğrusu... Ben de merak etmiyor değilim...

9 Aralık 2010 Perşembe

Şimdi anladım galiba beynimin kıtlığını...

Yumurtalar yağmur gibi yağıyor... Şemsiye altına pusmuş Burhan Kuzu mikrofandan haykırıyor: "O yumurtaları atacağınıza yeseydiniz beyniniz açılırdı, zihniniz gelişirdi"... Doğru söylüyor... Yumurta bulmuşlar, yiyecekleri yerde kürsüye fırlatıyorlar... Halbuki protein deposudur yumurta... Yazıktır... Atmak niye... Yesenize...

Burhan Kuzu'yu dinlerken ben de düşünmeden edemedim... İlkokulu bitirene kadar ağzıma yumurta almamışım... Sonraları da tadına bakmışlığım vardır ama yumurta hayranı olduğum söylenemez... Aram iyi sayılmaz anlayacağınmız... O halde kendimdeki kusuru buldum sanki... Kendi derdime kendim koydum teşhisi... Yumurta kifayetsizliğine bağlı beyin yetmezliği... Teşhis tamam da... Dermanı varmıdır bilemem... Bu saatten sonra yenen yumurta fayda eder mi acep... Yine de denemeye değer...

Dün SBF'de yaşananlar şık değildi... Öğrenci açısından da şık değildi, konuşmacılar ve okul yöneticileri açısından da...

Panel, zamanlama açısından yanlıştı... İstanbulda yaşanan olaylardan sonra bu panelin "normal" geçmesini beklemek safdillikten başka bir kelimeyle açıklanamaz... Hele daha panel başlamadan hissedilmeye başlanan gerilimli atmosfere rağmen... Üniversite yönetimi ertelemeliydi bu paneli... Ya da konuşmacılar bir mazeret uydurup gelmemeliydi bu panele... Sanırım akademisyen kimliklerine güvendiler... "Nasıl olsa eski hocayız, başetmesini biliriz öğrencilerle" diye düşündüler... Ama düşündükleri gibi olmadı...

Gidişat düşündükleri gibi olmayınca hem Süheyl Batum, hem de Buırhan Kuzu rotadan çıktı... Kendilerine yakışmayacak laflar ettiler... Kızgın kalabalık ile lüzumsuz diyaloglara girdiler... Faşistlikle suçladılar öğrencileri... Beyinsizsiniz dediler öğrencilere... Bol yumurta yemelerini tavsiye ettiler öğrencilere... Rektörü, dekanı istifaya davet ettiler... Sanki yumurta yağmuruna siper edecekti kendini rektör...

Başta başbakan olmak üzere diğer siyasiler de yanlış yaptılar... Neymiş, bu yumurtalar okula nasıl girmiş... Rektör, dekan buna nasıl müsade etmiş... Yuh yani... Rektörün işi gücü yok, öğrencilerin üzerinde yumurta var mı yok mu onu arayacak... Farzet ki aradı ve buldu yumurtayı... Öğrenci de "öğle yemeği olarak simidimin yanında yemek için getirdim" dedi... Ne yapacak rektör şimdi... Kaldı ki, yumurtayı okula sokmayı kafaya koyan biri, ne yapar nicidir o yumurtayı sokar okula... O kadar kolay değil bunun kontrolü... Ayrıca okula sokulan da bir yumurta hani... Silah milah değil yani... Üniversite ile lise arasındaki fark anlaşılamamış gibi geldi bana... Ya da liseye benzeyen üniversite özleminin dışa tezahürü...

Ben en çok okul adına üzüldüm... Olayın yaşandığı yer Siyasal Bilgiler Fakültesi... Mülkiye yani... 151 yıllık geçmişi olan bir okul... Devlete, devlet adamı yetiştiren bir okul... Mülkiyede her zaman olay olmuştur... Her zaman protestolar yaşanmıştır... Ankara'daki toplumsal olayların ilk ateşlendiği yer olagelmiştir... Ama her zaman kendine ve geçmişine yakışır bir şekilde olagelmiştir bu... Sıradan ve bayağı olmayacak şekilde... Kaba kuvvet görüntüsü vermeden... Mizahı ön planda tutarak... Düşündürücü ve sorgulayıcı yöntemlerle...

Siyasilere tepki gösterebilirsin... Döviz açabilirsin... Alkış tutabilirsin... Bir iki slogan atabilirsin... Hadi temsili olarak bir de yumurta fırlatabilirsin... Ama özellikle isabet etmeyecek tarzda... Rotayı biraz şaşırtarak... Ama o yumurta yağmuru neydi öyle... Mizah neresinde bunun... Hani ince zeka, yaratıcılık... Amaç kafa kırmaksa, taş veya bozuk para niye atmadın?.. Kısacası niye tadında bırakmadın?.. Protestonu göster, topluca çık panelden... Fazlası zarar... Kendine de zarar, okuduğun okula da... En çok da okuluna yazık ettin... Kirlettin mülkiye rozetini...

Ya polise gösterdiğin tepki... Anlarım, sevmez üniversite gençliği polisi... Ama koltuk sandalye fırlatmakta neyin nesi oluyor... Yıkıp dökmek diye bir kültür var mı o okulda?.. Hem fırlattığın koltukların birer tarihi miras olduğunu niye düşünemezsin... Yoksa bunlar öğretilmez mi oldu orada... Değersizleşti mi her şey orada da?.. Eğer öyleyse daha çok yanarım ben... Bir kale daha düştü derim... Acım, hüznüm katmerleşir... Umudum daha da tükenir... Kahrolurum ben...

Polise bir şey söylemiyorum... Söyleyeceklerimi bir önceki yazımda söylemiştim zaten... Kısa vadede değişim zor gözüküyor... Nedense karşısında bir karartı görür görmez eli gaz silahına gidiyor... Beş on kişiyi savuştırmak o kadar zor sanki... Kaldı ki onca sivil polis içerdeyken, çevik kuvvet niye girmek ister içeriye...

Yaşananlar karşısında "pes" demekten başka bir çıkış bulamıyorum... Yazık ki ne yazık...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Polisin gaza gelmesi...

Polisler copa sarılımış yine... Başbakan ile rektörlerin toplantısını protesto etmek isteyen üniversiteli gençlere dar etmişler dünyayı... Sen misin başbakanın katılacağı toplantıda gösteri yapmak isteyen?.. Tazyikli su ve biber gazıyla önce baya bir benzetmişler... Sonra sıra copa ve tekmeye gelmiş... Bu hengamede dövülen hamile bir kzı öğrenci de bebeğini düşürmüş... Televizyonlara yansıyan görüntüler hiç hoş değil... Ülkemize yakışmıyor, insanımıza yakışmıyor... Polisten yana yapılacak daha çok iş var gibi...

Kızgın kalabalığın üzerine tazyikli su sıkan, biber gazı püskürten polislerin haleti ruhiyesini merak etmişimdir hep... Hangi ruh hali onları basit bir olay karşısında acımasız canavarlara dönüştürüverir diye... Ya da bu gazları, soğuk suları hiç kendi üzerlerinde denemişler midir diye... En azından eğitim amaçlı... Hani itfaiye haftasında kontrollü yangın çıkartılır ve sonra itfaiye gelir ve söndürür ya yangını... Öyle bir şey yani...

Maalesef polisimizin refleksi şiddet üzerine kurulu... En ufak olayda refleks otomatik olarak devreye giriyor... Vuruyor, kırıyor, hırpalıyor... Yere düşmüş çaresiz birini görünce bir tekme de o atmadan geçemiyor... Görev bilinciyle, görev refleksiyle... Dediğim gibi refleks gereğini yapıyor... Kalabalığın arasında astımı olan, alerjisi olan, kalp sorunu olan birileri olabilir diye düşünemiyor... Gösteriye katılan herkesi adrenalin düşkünü macereperest sanıyor...

O halde değişime bu refleksten başlamak gerekiyor... Vurma kırma odaklı refleksten, koruma kollama güdülü reflekse dönüşüm gerekiyor... Bu dönüşüm kapsamlı bir eğitimle sağlanabilir şüphesiz... Öyle demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlükler gibi klişeleşmiş kavramlardan oluşan bir eğitim değil ama... İnsanı merkez alan bir eğitim... Dövdüğün kişinin de bir insan, bir ana, bir baba, bir kardeş, bir evlat olduğunu hatırlatan bir eğitim... Zor mu peki?.. Pek zor olacağını düşünmüyorum... Yeter ki bir yerinden başlansın...

Bu şiddet sorunu ancak polisin kendisi tarafından çözümlenebilir diye düşünüyorum... Basına yansıyan şiddet görüntülerinde sorumluluk şüphesiz hükümete ait... Demokrasilerde genel kuraldır bu... Yönetim yetkisi kimdeyse sorumluluk da ondadır... Ama polis sorumluluk hükümette diye yırtamaz... Siyasi sorumluluk ayrı, mesleki sorumluluk ayrı... Polis her şeyden önce mesleğinin saygınlığını korumak durumundadır... Bu saygınlık son zamanlarda iyice irtifa kaybetmiş vaziyette... Polis işe tam bu noktadan başlamalıdır... Nerede hata yapıyoruz, niye yapıyoruz?.. Niye bu kadar çabuk kontrolümüzü kaybediyoruz?.. Kısacası niye gaza geliyoruz?.. Niye elimiz hemencecik gaz bombalarına gidiveriyor?

Üniversite gençliği heyecan demektir... Sınav ve dersane baskısından kurtuluş demektir... Uyanış demektir... Kimlik, kişilik arayışı demektir... Hayata başlayış demektir... Başkaldırı demektir...Anlaşılabilir bir psikoloji yani... Bunlar olmadan üniversite üniversite olmaz zaten... Hödük yetiştiren mekteplerden ileriye gidemez... Polis halden anlamalıdır... Aslında karşıdakinin üniversite gençliği olmasına da gerek yok... Herkese aynı duyarlılıkla yaklaşmalıdır polis... Eylemcinin haklı haksız olduğuna kafa yormamalıdır... Sadece görevini yapmalıdır... Eylemin çığrından çıkmasına mani olacak önlemleri almakla yetinmelidir... İşi inada bindirmenin, kan davasına dönüştürmenin alemi yok...

Evet, polisin kendini tartma ve sorgulama zamanı çoktan geldi... Geçiyor bile... Çağın gerisinde kalmış ilkel görüntülerden bir an önce sıyrılması gerekiyor polisimizin... Eğitim şart... Hemen ve derhal...