31 Mayıs 2010 Pazartesi

Çalışmıyorum işte...

Neredeyse bir yıldır sürümcemede olan bir projem var... Ha bu gün, ha yarın derken başlamak bir türlü nasip olmadı... Ama söz vermiştim bu gün başlamaya... Artık daha fazla sallanacak hali kalmamıştı zira... Ama yine başlayamadım... Elim gitmiyor bir türlü... Şu İsrail haberleri fena halde canımı sıkıyor... İnsani yardım taşıyan gemiye göstere göstere operasyon yaptı alçaklar... Dünyaya meydan okurcasına... 20 civarında masum insanın öldüğüne dair haberler geliyor... Nasıl insan bu İsrail denen millet yahu... Artık tiksinti yapmaya başladı bende bu İsrail kelimesi...

Nasıl bir ülke bu İsrail? Sağ duyulu hiç mi insan bulunmaz burada? Herkesten önce kendi kamuoyunun ayaklanması gerekmez mi bu olay karşısında? Silahsız olduğu biline biline öldürülür mü insan hiç? Almıyor aklım vallahi... Diyecek söz bulamıyorum... Ne kadar pervasız ve şımarık bir millet bu İsrail denen güruh...

Aklınca "van minit" olayının intikamını alıyor... İntikamsız edemez zaten... İntikamı da acıdır ha... Öyle bire karşı bir falan olmaz... Şanına yakışmaz zaten... Kesti mi bir düzine bari kesmeli... İyi ders vermeli... İnsanlar korkudan inim inim inlemeli... Bir daha akıllarından bile geçirememeli... Van minitin intikamını mı almak istiyorsun? Bak muhatabın orada... Duruyor durduğu yerde... Ondan al intikamını... Ne alıp veremediğin var masum insanlardan? Duruyor orada dediğime bakmayın... Yurt dışı gezisindeymiş yine... Ama gezisini kesip yurda dönmeye karar vermiş bari...

Bu arada İskenderun'da da bir deniz birliğimize saldırı olmuş... 7 şehit haberi de oradan geldi... Saldırıyı yapan alçaklara kanıksadık da... Niye koruyamıyoruz bu birliklerimizi anlamakta zorlanıyorum ben... Bu kadar aciz miyiz biz yahu? Birliklerimiz yol geçen hanı sanki... Önüne gelen elini kolunu sallayarak giriyor içeriye... Böyle şey olur mu hiç? Anlamakta zorlanıyorum gerçekten...

Allah sabır versin bize...

25 Mayıs 2010 Salı

Hüznüm masum danalara...

Danayı vurmuşlar, yatıyor cansız bedeni köy meydanında... Üzerine bir gazete kağıdı bari örtüvermemişler... Onca saflığıyla yatıyor zavallı... Arkadaşını da vurmuşlar ama o girememiş fotoğraf karesine... Daha küçücük, hiçbir şeyin farkında olmadan göçüp gitti aramızdan... Oysa kötü bir niyeti yoktu, sadece karnını doyuracak bir tutam ot için girmişti o tarlaya... Başına gelecekleri bilseydi yanından bile geçmezdi o tarlanın... Ama nereden bilebilirdi ki...

Nereden bilsin o masum danacık, insanoğlunun bu kadar gaddarlaşacağını... Bir tutam ot için silahına sarılacağını... Silahtan ne anlar zaten... Karnını doyurma derdinde zavallı...

Ama öyle değil işte... İnsanoğlu insanlığını kaybetmiş... Kin bürümüş gözünü... Ölüme programlanmış sanki... Nasıl girer bu danalar benim tarlama dedi ve silahına sarıldı... Rastgele ateşledi o soğuk metal parçasını... Dumanlar dağıldığında 5 kişi ölmüş, 11 kişi de yaralanmıştı... Tabi ki kavgaya neden olan iki dana da oracıkta can vermişti... Ölen ve yaralanan insanlara hiç üzülmedim nedense... Dul kalan karılarına, yetim kalan çocuklarına da üzülmedim... Bilmiyorum nedendir ama üzülmedim işte... İlk defa oluyor bu ruh hali bende... Her acıya hüzünlenen yufka yüreğim hiç tınmadı bu olay karşısında... O taraf, bu taraf diye de düşünmedim... Ölenle, öldüren aynı gözüktü gözüme... Her iki tarafın da gözü dönmüştü... Silahını önce çeken kazanmıştı... Onun için ölenlere hiç üzülmedim... Ama danalar yok mu... İçimi parçaladı... Ağıtlar yakasım geldi ardından... Suçsuzluğun, günahsızlığın, saflığın resmiydi sanki ölü danalar... Affedin bizi danalar... İnsan bildiniz bizi ama... Olamadık işte... Silah çektik masumiyete...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Gandi Kemal Tutar mı?

Bilmiyorum tutar mı... Ama ben gerçekten tutmasını istiyorum... Bunun sağcılık veya solculukla falan alakası yok... Hem benim neyime milletin sağından solundan... Sağından ne gördüm ki, solundan bir beklentim olsun... Ama istiyorum bu Gandi hareketinin tutmasını... Bir alternatif olsun istiyorum... Darda kalmış insanlar için yeni bir umut ışığı olsun istiyorum... Farklı bir şeyler olsun istiyorum... Alternatifsizlikten şımaranların yüzüne birazcık endişe gelsin istiyorum...  Nebileyim istiyorum işte...

Peki, olur mu? Ben ümitliyim... Bu adamı gerçekten dürüst görüyorum... Çok olgun buluyorum... Şımaracak birine benzemiyor... Memuriyetten gelme biri... Devlet adamı terbiyesi var yüzünde... Yetenekleri sınırlı olabilir... Vizyonu yetersiz olabilir... Olsun, zararı yok... Vizyonluların ne faydasını gördük ki... Bu nedenle Gandi'ye tam destek veriyorum... İktidar olamasa da önemli değil... Çalışan güçlü bir muhalefet de gerekli... En azından bu boşluğu doldurur Gandi...

Ama endişeliyim... Piyasadaki sırtlan sürüsünden endişeliyim... Hem kendi partisinde, hem de başka partilerde bir sürü sırtlan var Gandi'ye saldırabilecek... Belden aşağıya vuracak bu sırtlanlar... Alevi diyecekler, kürt diyecekler, Tunceli'li diyecekler... SSK bürokratı iken çalmış çırpmış diyecekler... Yalan yanlış farketmez, vuracaklar Gandi'ye... Peki bu darbeleri kaldırabilir mi Gandi'nin hassas bünyesi?.. Bilemiyorum... Ama endişeliyim... Hassas, kırılgan, dürüst insanları bilirim... Zor kaldırırlar bu yumrukları... Alınıverirler... Kırılıverirler... Ne haliniz varsa görün deyip çekiliverirler kenara... İnşallah böyle olmaz... Direnir gandi... Üstesinden gelir bu ters yumrukların...

Allah yardımcısı olsun Gandi'nin...

18 Mayıs 2010 Salı

Göçük üzerinde gündem çeşitlemesi...

Evet, dün Zonguldak'taki bir maden ocağında patlama oldu ve 30 vatandaşımız göçük altında kaldı... Hala da kendilerine ulaşılabilmiş değil... Yüksek sesle telaffuz edilmese de sanırım umutlar tükendi gibi... İnşallah bir mucize gerçekleşir ve sağ çıkarlar oradan... Bu kaza (mecburen kaza diyoruz artık!) son bir yıl içindeki üçüncü maden kazası... Hayatımızın vazgeçilmezi oldu gibi bir şey... Eminin bundan sonra da olmaya devam edecek... Bunun nedenleri üzerine geyik yapmaya gerek yok... Alışalım buna...

Buraya kadarı normal... Normal değil aslında da "normal" işte... Normal olmayan, bu kazanın ülkemizde "gündem" bile olamayışı... Evet, kimsenin umurunda değil bu kaza... Yahu 30 vatandaşımız göçük altında, saat başı haberlerinde bile konu edilmiyor neredeyse... CHP, Baykal, Kılıçdaroğlu derken resmen unutuldu bu elim olay... Hükümet de oralı değil... Başbakanımız yurt dışı gezisine çıkmış, fahri doktora unvanı almakla meşgul... Gündeminde ise İran var, uranyum zenginleştirme bilmem neyi var... Hay uranyumunuz batsın sizin... Yahu yerin beşyüz metre altında mahsur kalanlar can taşıyor... Baba, kardeş, evlat bunlar... Dışarıda gözü yaşlı insanlar içeriden az da olsa bir ümit ışığı bekliyor... Bir gözü, bir kulağı televizyonlarda bu insanların... Oradan bir son dakika haberi bekliyorlar... Ama son dakika haberleri hep başka konularda maalesef... Ayıptır yahu... İnsanın hiç mi değeri yok bu ülkede? Hani şeklen bari...

Diyecek söz bulamıyorum... Baykalınızı, Kılıçdaroğlunuzu, doktoranızı, nükleerinizi alın başınıza çalın... Belli ki garibanın Allah'ından başka sahibi yok... Allah yardımcısı olsun onların...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Mucizenin adı Bursaspor...

Daha önce Bursaspor hakkında bir yazı yazmıştım... Aslında futboldan pek anlamam... Ama son 1-2 aydır Bursaspor beni fena halde heyecanlandırıyordu... Şampiyon olmasını çok istedim... Ama hiç umudum yoktu... Bir şekilde malum çarkın devreye gireceğini ve üç büyükler denen kulüplerden birinin şampiyon ilan edileceğini düşünüyordum... Buna da çok inanmıştım... Son bir kaç haftada olaylar aynen düşündüğüm gibi gelişti... Fener bir şekilde liderlik koltuğuna oturmuştu...

Ama dün bir mucize gerçekleşti... Bir anadolu takımı olan Trabzonspor, Fener'e dur dedi... Tıpkı federasyon kupasında olduğu gibi... Sonuçta Bursaspor şampiyon oldu... Şampiyonluk Bursa'ya çok yakıştı inanın... Futbol denen oyunun sadece İstanbul'da oynanmadığı ve para gücünün her şeye kadir olmadığı Bursaspor mucizesi ile tescillenmiş oldu... Bu çok büyük bir olaydır... Bursaspor büyük bir başarıya imza atmıştır... Bursa'lı gerçekten büyük bir iş kotarmıştır... Bursa'lıya ve Bursaspora ne kadar övgüler düzsek azdır... Tebrik ediyorum Bursa'lıları...

Bu başarıda teknik direktör Ertuğrul Sağlam'ın payı büyüktür... Eski Beşiktaş futbolcusu oluşundan mıdır bilmiyorum çok severim kendisini... Çok mütevazi insandır... Lüzumsuz konuşmaz, megalomanlık yapmaz... Futbol camiasında böyle adam bulmak zordur... Bursalı teknik direktörüne sahip çıkmalıdır...

Bu arada Fenerbahçe'nin şampiyonluğu üzerine hesap yapanların işi zor olsa gerek... Dile kolay 60 milyon euroluk bir hesap yatmış oldu Bursaspor şampiyonluğu ile... En azından şimdilik... Elde kaldı kapatılan hisse senetleri, stoklanan sari lacivertli malzemeler... Kara kara düşünüyordur şimdi bu stokçular... Eee ne yapalım... Ava giden bazen de avlanır... Umut yeni sezona artık...

Evet, tekrar kutluyorum Bursasporu ve Bursa halkını... Gerçekten büyük iş çıkardınız... Ne kadar övünseniz, ne kadar gururlansanız yeridir... Öpüyorum hepinizi...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yoğunlukta kayboldum...

Bu günlerde çok yoğunum... Hem özel hayatım, hem de iş hayatım darmadağın oldu desem yeridir... Haziran ortasına kadar yetiştirmem gereken bir projem var... Erteleye erteleye ertelenemez noktaya gelmiş bulunuyorum... İyi veya kötü bir şeyler hazırlayıp teslim etmem gerekiyor... Onun için gece gündüz çalışacağım galiba... Ayrıca irili ufaklı daha yapmam gereken bir yığın iş var... Bu arada babam da rahatsız... Sanırım kalbinden bir bypass daha olması gerekiyor... Ama yaşı ve diğer hastalıkları nedeniyle o kadar kolay olmayacak gibi gözüküyor bu... Dolayısıyla babamla da ilgilenmem gerekiyor... Çocukların okulları sona doğru yaklaşıyor... Haziran başında oğlumuzun SBS sınavı var... O da bizi fazlasıyla geriyor... Oğlumuz pek tınmasa da biz fazlasıyla gerilmiş vaziyetteyiz... Hayrlısıyla hepsi bir şekilde hallolur diye düşünüyorum...

Bu yoğunluk içerisinde blog alemini ihmal etmem kaçınılmaz gibi bir şey... Dolayısıyla kendi blogum başta olmak üzere, sizleri takip etme ve yorum bırakma konusunda affınıza sığınacağım bir süreliğine... Yine de elimden geldiğince takip etmeye çalışacağım güzel bloglarınızı... Ola ki ortalıkta gözükmezsem, nereye kayboldu bu "deli" demeyin... Yoğunum dostlar... Fırsat buldukça aranızda olacağımdan şüpheniz olmasın...

Allah hepimizin yardımcısı olsun...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Darağacında üç fidan...


MARE NOSTRUM
  
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
 
                      Can YÜCEL

6 Mayıs 1972'de idam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar...
O günün ayrışmışlığı ve gözü dönmüşlüğü içinde bazı kesimlerce normal karşılanabilen bu idamlar, bu gün topyekün vicdanları sızlatır hale gelmiştir... Bu gençlerin tek suçu, ülkenin daha iyiye gitmesi için farklı reçetelere inanmalarıydı... Daha farklı düşünmeleriydi yani... Düşünceleri hayatlarına mal oldu... Hem de daha birer fidanken...


Allah'tan rahmet diliyorum bu fidanlara...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Hüzün bahçesinde bir Mülkiyeli...

Bu gün "et ithalatı" ile ilgili bir yazı kaleme almayı düşünüyordum... Ama bir arkadaşımın uyarısıyla "T24.com.tr" isimli internet sitesindeki bir haber önceliğimi değiştirdi... Doğan Akın imzalı haber, mezun olduğum ve bununla her zaman gurur duyduğum okulumla ilgiliydi... Evet, biz Mülkiyeliler okullarıyla her zaman gurur duymuşlardır... Başkaları tarafından anlaşılması bazen güç de olsa, böyledir bu... Ama bu günlerde kan kaybediyor okulumuz... Gençler geleneksel okullara pek itibar etmez oldu artık... Vakıf üniversiteleri adı altındaki özel okullar oldukça revaçta... Tabi ki bunda söz konusu okulların sağladığı akıl almaz burs imkanları da çok etkili... Yapacak bir şey yok... Hüzünden başka...

Bahsettiğim yazıyı, "http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=1891&author=24" adresinden aşağıya aktarıyorum... Maalesef yazıdaki bilgiler gerçek... Mülkiyemiz kan kaybediyor... Çaresizce seyrediyoruz biz...

Mülkiye, artık hüzünlü bir hikâyenin adıdır...

27.04.2010

“Mülkiye” Arapça bir isim. “Devlet yönetimindeki sivil görevliler sınıfı”nı ifade ediyor.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), bu isimle kuruldu. Siyaset bilimi, idare, uluslararası ilişkiler ve denetim konularında Türkiye (ve Osmanlı İmparatorluğu'nun) en önemli, en köklü akademik kurumu olan Mülkiye'nin geldiği nokta, üzerinde durmayı gerektiriyor.

Eğer uzak hatıralarla yetinen bir romantik değilseniz, “Mülkiye” giderek üzüleceğiniz bir hikâyenin de adıdır.

Filmi geri sararak anlatmaya çalışalım...

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, 1859 yılında “Mekteb-i Mülkiye-i Şahane” denilerek kuruldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun eğitimde ve devlette reform arayışının en somut sonuçlarından birisi olan Mülkiye'nin, siyasi ve idari kurumların iyi eğitim almış idarecilerle modernleştirilmesi amacıyla yola koyuluşunun üzerinden 151 yıl geçmiş bulunuyor.

Adındaki 'şahane' saraydan geliyor

Adındaki “şahane” padişah himayesini ifade eden Mülkiye için hazırlanan tüzükte, okulun İçişleri teşkilatına yetkin memur yetiştirmek için kurulduğu, öğretim süresinin iki yıl olduğu, “yazı yazma bilimi, aritmetik ve geometri, tarih, coğrafya, istatistik, Osmanlı Devleti yeni kanunları, devletler genel hukuku, Osmanlı Devleti ile diğer devletler arasında yapılan anlaşmalar, ekonomi politik” derslerinin okutulacağı belirtiliyordu. Okulun resmi adı  "Mekteb-i Fünun-u Mülkiye” idi.

Halen Maliye, İktisat, Kamu Yönetimi, İşletme, Çalışma Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler olmak üzere 6 bölümde eğitim veren Mülkiye, önce İçişleri Bakanlığı çatısı altında kuruldu, daha sonra Eğitim Bakanlığı'na bağlandı.

Mülkiye, 1936-1937 öğretim yılında, Atatürk’ün isteğiyle Ankara’ya taşınırken adı “Siyasal Bilgiler Okulu” olarak değiştirildi. 23 Mart 1950'de Ankara Üniversitesi'nin çatısı altına girerken bugünkü adını alarak “Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi” oldu.

Fakültenin web sayfasındaki bilgilere göre, altı bölümünde 155 akademik personel (31 profesör, 33 doçent, 25 yardımcı doçent, doktor unvanını almış 26 araştırma görevlisi, doktorasını yapmakta olan 34 araştırma görevlisi, 2 öğretim görevlisi, 4 uzman) ile 80 idari personeli bulunuyor.

Cemal Süreya'dan Halil Ergün'e Mülkiyeliler

Herhangi bir “Mülkiyeli ünlüler” listesi daima eksiktir. Yine de edebiyattan siyasete, sinemadan medya ve üniversiteye uzanan listede yolu Mülkiye'den geçenler için birkaç isim verelim:

Cahit Sıtkı Tarancı, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Ayla Kutlu, Yılmaz Karakoyunlu, Prof. İlber Ortaylı, Prof. Baskın Oran, Prof. Mete Tunçay, Prof. Mümtaz Soysal, Prof. Yavuz Sabuncu, Prof. Güngör Uras, Prof. Ünsal Oskay, Prof. Yalçın Küçük, Prof. Emre Kongar, Prof. Cevat Geray, Hasan Cemal, Hıncal Uluç, Mehmet Y. Yılmaz Tuğrul Eryılmaz, Okay Gönensin, Işık Kansu, Mehmet Ali Kışlalı, Cengiz Çandar, Ahmet Tan, Sedat Ergin, Yasemin Çongar, İpek-Oral Çalışlar, Yalım Eralp, Sönmez Köksal, Melih Aşık, Halil Ergün, Şükrü Saracoğlu, Hasan Saka, Ferit Melen, Mesut Yılmaz, Güldal Mumcu, Vecdi Gönül, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Mehmet Ağar, Melih Gökçek, Mahfi Eğilmez, Abdüllatif Şener, Mahir Çayan, Abdullah Öcalan...”

T24'ün dikkatle izlenen ekonomi analizlerini kaleme alan Vedat Özdan ile H. Bader Arslan'ın da Mülkiyeli olduğunu belirtelim.

Geçmişteki iddiasını kaybetti

Türkiye Cumhuriyeti'nin entelektüel ve siyasi yaşamında büyük bir yeri olan Mülkiye, bugün geçmişteki ağırlığını ve iddiasını önemli ölçüde yitirmiş bulunuyor. Halen fakültenin dekanlığını yapan Prof. Celal Göle'nin yıllardır süren olağanüstü çabalarına karşın, vakıf üniversitelerine çok sayıda öğretim üyesi kaptıran fakültenin hem akademik kadro, hem de öğrenci kaynağı yönünden ciddi sorunlar yaşadığı, mezunların meslek sınavlarında elde ettiği sonuçların geçmişin çok uzağında olduğu gözleniyor.

Şu sözler, 2009-2010 öğretim yılının açılılış konuşmasında fakültenin öğretim üyelerinden Prof. Özlem Özkanlı'ya ait:

“Mezunu ve hocası olmaktan gurur duyduğum Mülkiye’yi kazanmanın ve okumanın büyük bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. (…) İlk ve ortaöğretimdeki zorlu maratonun ardından Mülkiye’yi kazanmak büyük bir başarı, altı bölümümüzü de kazanan tüm 1. sınıf öğrencilerimizi yürekten kutluyorum...”

Acaba öyle mi, Mülkiye'yi kazanmak geçmişte olduğu gibi büyük bir başarı anlamına geliyor mu?
Üniversiteye hazırlığı da kapsayan dersane sektöründe yöneticilik yapan Mülkiyeli dostum Sertuğ Çiçek'in hazırladığı tablodaki bazı örnekler, bu soruyu olumlu yanıtlamaya ne yazık ki imkân vermiyor.

Rehberlik bölümü Mülkiye'den daha yüksek puanla alıyor

Örneğin; Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde “Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık” bölümüne 2009'da “Eşit Ağırlık-2” puan türünde en az 335,27 puan alan öğrenciler kabul edildi.

Aynı puan türünde Mülkiye'deki altı bölüm en az kaç puanla öğrenci kabul etmiş, birlikte bakalım:

Kamu Yönetimi 335,11, Uluslararası İlişkiler 329,16, Maliye 324,26, İşletme 324,1, İktisat 323,55, Çalışma Ekonomisi 319,11...

'Psikoloji' bölümü Mülkiye'nin beş bölümünü birden geçti

Başka bir örnek.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin “Psikoloji” bölümüne geçen yıl “Eşit Ağırlık 2” puan türünde en az 334,16 puanla öğrenci kabul edilmiş. Yukarıdaki puanlara bakın, “Kamu Yönetimi” dışında  Mülkiye'nin beş bölümünün de “Psikoloji” bölümünün altında puanla öğrenci kabul ettiğini göreceksiniz.

Ankara Eğitim Bilimleri Fakültesi'nin “Sınıf Öğretmenliği” bölümü de, 321,49 puanla SBF Çalışma Ekonomisi bölümünü geride bırakıyor, Mülkiye'nin diğer bölümlerini de birkaç puan geriden takip ediyor.

Peki Mülkiyeliler ne yapıyor?

Mülkiye'nin durumu açısından verdiğimiz bu rakamlar, elbette karşılaştırılan fakülteler ve bölümler açısından menfi bir değerlendirme anlamına gelmiyor. Tam tersine, o bölümlere olan ilginin arttığını gösteriyor.

Hülasa Mülkiye'nin durumu bu.

Peki geçmişte Mülkiye'ye paralel bir ağırlığı olan mezunlar derneği Mülkiyeliler Birliği'nin üyeleri ne yapıyor? Neredeyse yıllardır Ankara'daki Mülkiyeliler Birliği binasının ne yapılacağını tartışıyorlar; onarılsın mı, yoksa yıkılıp yeniden mi yapılsın?

Bu gidişle Mülkiyelilerin elinde geçmişten kalan tek şey, o binalar olacak!..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Üniversite sınavı ve sıfırcılar...

Bu yıl üniversite sınavları iki aşamalı yapılıyor malumunuz... Uzunca bir süredir tek aşamalıydı... Daha önceleri ise yine iki aşamalıydı... Yap boz tahtasına dönen eğitim sistemimizde değişir durur bunlar... Merak etmeyin bir kaç yıla varmaz yine değişir... Sınav sistemi değişir durur ama sonuçlar hiç değişmez... Bir yanda yarış atı gibi yetişmiş ve bütün soruları eksiksiz cevaplamış çocuklar, diğer yanda da sıfırcı çocuklar...

En çok da bu sıfırcı çocukları merak ederim ben... Sekiz yıl ilköğretim, dört yıl lise eğitimi... Yani oniki yıllık bir eğitimde bir kaç soru cevaplayabilecek kadar bir şey öğrenemez mi insan... Hani sayıları da az falan değil ha... Sınava giren yaklaşık 1.5 milyon öğrenciden 14 bini sıfır çekmiş... Matematikten bir soru iptal edilmiş... Eğer bu iptal olayı da olmasa bu sayı daha da artacakmış... Resime tersten de bakabiliriz... Üniversite sınavında bir soruyu bile doğru cevaplayacak bilgiden yoksun bir çocuk nasıl olur da liseden mezun olur... Anlamak güç vallahi...

Bu sınavlar eğitim sistemimizin (sistemsizliğimizin demek daha doğru olacak ya) bir aynası aslında... Maalesef okullarımızda fen ve matematik derslerini öğretemiyoruz... Çocuklarımız bir şekilde sayısal derslerden ürküyor... Bu derslerin zor olduğuna dair kesin bir inanış var... Ne yaparsan yap, "matematik zor ders" batıl inancı yıkılamıyor... Olaya "zor" diye yaklaşınca da sonuç alınamıyor maalesef... İşin daha da vahimi ise, sistemin matematik üzerine kurgulanmış olması... Yani çocuk matematikten zayıf ise hiç bir alanda başarılı sayılmıyor... Matematikten belli bir başarı tutturamayan öğrenci sosyal öğretmeni bile olamıyor... Başarının yolu matematikten geçiyor anlayacağınız...

Sınav sonuçlarına bakacak olursak yine... 774 bin öğrenci fen bilimlerinden sıfır çekmiş... Yani sınava giren her iki öğrenciden biri fenden sıfır almış... İnanmayan gazete haberlerine bakabilir... Zira inanması gerçekten güç... Matematikten 108 bin öğrenci sıfır çekmiş... Eğer matematikten bir soru iptal edilmeseymiş bu sayı 250 bin olacakmış... Sosyalden ise 98 bin öğrenci sıfır çekmiş... Yine sınava giren öğrencilerden 70 bini 16 soruluk barajı geçememiş... Yahu onca soru arasından 16'sını cevaplayamaz mı insan... Vallahi anlayamıyorum ben...

Eğitim işine kafa yoranların bu tabloyu önüne koyup ciddi ciddi düşünmeleri gerekir... Bir yerlerde yanlış yapılıyor ama nerede... Niye başarısız bu çocuklar? İki çocuktan biri nasıl fenden sıfır çeker? Sosyal gibi hikaye bir dersten bile nasıl 98 bin öğrenci sıfır alır? Anlayan beri gelsin...

Sınavın bir de yarış atı boyutu var... Tüm soruları doğru cevaplayan iki kişi var bu defa... Televizyon ekranlarında sevinçlerini dile getiriyorlar... Üzerlerinde de bir dersane veya özel okulun ismi yazan tişörtler var... Aslında bu çocukları görünce hep üzülürüm ben nedense... Onların zeki, çalışkan olmaları falan aklıma gelmez hiç... Yıllardır ders çalışan, bu uğurda çocukluğunu falan heba etmiş köleler aklıma gelir nedense... Böyle başarı olacağına olmaz olsun derim kendi kendime...

Evet tablo bu... Yıllardır da değişmez bu tablo... Üniversite hayaliyle okunan koskoca oniki yıl... Ve sonuç 14 bin sıfır... Hiç bir şey bilmeyen 14 bin lise mezunu... Hiç bir şey bilmeyen bu 14 bin kişiden nasıl demirci, marangoz, elektrikçi, şoför veya amele olur? Ya da bunların yaptığı işten ne hayır gelir? Geçmiş olsun insanıma...