12 Temmuz 2010 Pazartesi

Evet mi desem, hayır mı?

Başlık tam ruh halimi yansıtıyor... Eylül ayında referenduma gidiyoruz... Anayasamızın bazı maddelerini oylayacağız... Yamalı bohçaya dönen anayasamızı... Anayasa değişiklik paketi uzlaşmayla yapılamadı maalesef... İktidar partisinin dayatması gibi bir netice doğmuş oldu... Ben kararsız kaldım... "Evet mi desem, yoksa hayır mı desem" diye papatya falına bakıyorum...

Açıkçası pakete pek kafa yormadım... Nedendir bilinmez kayıtsız kaldım... Paket hakkındaki bilgim, gazete haberlerinden veya televizyonlardaki geyik programlarında söylenenlerden öteye gitmiyor... İktidara bakılırsa özgürlükler alanını genişleten bir paket, muhalefete bakılırsa yargıyı kuşatma amacı güden bir paket... Bilmiyorum, belki de her ikisi...

Bir süredir ülkemin gidişatını beğenmiyorum... Her konuda muazzam bir ayrışma yaşıyoruz... Ortak paydalarımız kaybolup gitti... Ya da ortak payda oluşturmada başarısız olduk... Toplumumuz tam ortadan ikiye bölünmüş vaziyette... Birinin ak dediğine diğeri adeta kara diyor... İşin daha da korkuncu bu ayrışma yüzeysel bir ayrışma değil... Derin temelleri olan bir ayrışma... 12 Eylül öncesindeki sağ-sol bölünmüşlüğünün çok ötesinde bir ayrışma...

Ayrışmanın temellerine ilişkin sosyolojik veya felsefi bir çok analiz yapmak mümkün... Yapılıyordur da zaten... Bu konuların uzmanı değilim... Fazla da aklım basmaz bu konulara... Sadece gördüklerimi, hissettiklerimi yazmaya çalışıyorum... Ayrışmada "inanç" konusu belirleyici galiba... Bir kesimimiz inanca dair olanları hayatımızın merkezinde görmek istityor, diğer kesimimiz ise hayatımızda inanca dair hiç bir şey görmek istemiyor... Bu cümleyi biraz bilinçli şekilde yazmaya çalıştım... Özellikle "hayatımız" kelimesini kullandım... Birinci çoğul yani... Bundan kastım şudur... İnanca dair istediğimiz veya istemediğimiz konularda sadece kendimizle yetinmiyoruz, kendi dışımızda kalan başkaları için de aynı şeyi istiyoruz... Yani kendi dünya görüşümüz paralelinde tek düze bir toplum modeli özlemine sahibiz... Bu da ister istemez çatışma kültürüne neden oluyor... İşletme derslerinde gördüğümüz "kültür çatışması" veya "kültürsüzlük" durumunun toplumsal modeli gibi bir şey...

Yaşadığımız bu inanç temelli ayrışma o kadar ileri boyutlara ulaşmış ki, içimizdeki Atatürk sevgisi veya sevgisizliğinde bile bunu görmek mümkün... Atatürk'ün laisizim konusundaki fikir ve uygulamaları, O'nu seven kesimde en fazla yüceltilen veya kutsanan değerler olarak dikkati çekmekte... Aynı şekilde (yüksek sesle telaffuz edilemese de) Atatürk'ü sevememiş veya içselleştirememiş kesimin de O'na en büyük itirazı laisizim temelli konularda göze çarpıyor...

Evet, batılı toplumlarda kaynaştırıcı bir ortak payda olabilen din, bizim toplumumuzda tam tersi bir durum yaratmıştır... Toplum, "dini referans alan" ve "dinden alerji duyan" şeklinde tam ortadan ikiye bölünmüş vaziyettedir... Bu bölünmüşlük o kadar da basit bir bölünmüşlük değildir... Ya da elit ve lümpen kesimin eşyanın tabiatından kaynaklanan ayrışması hiç değildir... Belki de bir toplum yaratma projesinin orta-uzun vadeli sancıları ya da başarısızlığıdır... Teşhisiniz ne olursa olsun, ortada ortak payda değerleri oluşturulamamış, olabildiğince ayrışmış bir toplumsal yapı olduğu gerçeğini değiştirmez...

Bu ayrışık yapıyı pekiştiren pek çok faktör sayabilirsiniz... Anayasal kurumların ve ordunun tepesinde yer alan kişilerin, aynı dünya görüşünden insanlar arasından itina ile seçilip atanması; bu kurumların aldığı kararlar hakkında toplumun bir kesiminde güvensizlik yaratmaktadır... Kararlarınızda istediğiniz kadar toplumsal faydayı gözettiğinizi düşünün, kendi homojen yapınız bu güvensizliği ortadan kaldırmaya engel oluyor... Yine iktidar partilerinin de büyük hataları olmuştur bu ayrışmada ve güvensizlikte... İktidar partileri genellikle çekirdek seçmen kitlesinin talepleri doğrultusunda icraat yapma ve söylemde bulunma eğilimindedirler... Bu da oy vermiş veya vermemiş geniş halk kitleleri nezdinde samimiyetsizlik ve güvensizlik olarak algılanmaktadır... Ak Parti (veya AKP) özelinde konuşacak olursak, yüzde 47 küsur oy alabilmiş bir parti toplumun genelini hiç bir zaman için samimiyetle kucaklayamamıştır... Bilinç altında hep bir "öteki" olagelmiştir... İcraatlarında, söylemlerinde yüzde 7-8'lik bir tabanın beklentileri hep ön planda tutulmuştur... Üst düzey bürokrat atamaları bu konuda çok belirgindir... Dindar olmayanın veya dindar gözükmeyenin bu konuda neredeyse hiç şansı yok gibidir...

Evet, bu ve benzer hatalar toplumumuzu bu günkü ayrışmış yapıya götürdü... Düzelir mi peki? Bilemiyorum, pek de umudum yok açıkçası... Farklılıklarımızın bir zenginlik olduğunu kavramamız ve bunu içselleştirmemiz  o kadar kolay değil maalesef... Bir geçiş toplumu olmamızın sancıları daha uzun süre hissedilecek gibi... Geniş halk kitlelerinin içinde bulunduğu fakirlik, eğitimsizlik ve mesleksizlik bu sürecin daha da uzamasına neden oluyor... Bu ayrışmayı besleyen uluslararası etkenler yok mu peki? Niye olmasın... Ama girmeyelim oraya... Önce içimize bir bakalım hele... Orada yapabileceklerimizi bir yapalım, sonra dışarıya bakarız...

Durum budur... Bu duygularla referanduma gidiyorum ben... Sağlıklı bir karar vermem beklenebilir mi benden? Evetçilere bakıyorum, haklı... Hayırcılara bakıyorum, onlar da haklı... Ama ben de haklıyım galiba... Sadece haklı olmak yeter mi peki?

Hiç yorum yok: