15 Ekim 2010 Cuma

Mim mevsimindeyiz galiba...

Sevgili essra arkadaşımın mimlenmişler listesinde ismim var... Bilirsiniz pek sevmem bu mim mevzuularını... Yine de kıramam kimsecikleri, kaçamaktan da olsa cevaplamaya çalışırım... Kaldı ki essra gibi pek naif bir arkadaşa karşı kayıtsız kalmam hiç yakışık almaz... Neyse ki bu mimin konusu oldukça basit... En çok tıklanan beş postumun sıralanması isteniyor... Bunu ben de çok merak ediyordum ama nasıl bileceğime dair hiçbir fikrim yoktu... Kara kara düşünürken imdadıma on parmağında on marifet arkadaşım Nezihe yetişti... Meğer kumanda paneline girip istatistikler bölümünü tıklayınca her şey çıkıyormuş karşımıza... Bu kadar basit yani... Nezihe dedim de aklıma okyanus ötesi günlerim düştü bak... Ne yapıyordur acaba şimdi Suna Teyze ile Hikmet Amcalar... Umarım sağdır ve sağlığı sıhhati yerindedir her ikisinin de... Yaban ellere düşüp de özünü, benliğini muhafaza edebilen ender insanlardandı... Çok iyiliklerini gördüm, Allah bin kere razı olsun kendilerinden... Neyse gevezeliği bırakayım da mime döneyim tekrar...

İstatistikler bölümünü tıklayana kadar hangi yazım ne kadar ilgi görmüştür diye bir fikrim yoktu... Zira postumu çok hızlı yazarım ve bir daha da dönüp bakmam yüzüne... Çünkü ne zaman ki daha önce yazdığım bir şeye tekrar bakacak olsam, mutlaka "keşke şöyle yazsaymışım" diyeceğim bir yanını bulurum... Bu da haliyle canımı sıkar... En iyisi yaz ve at bir kenera... Doğur, sokağa bırak gibi bir şey yani... Sırf daha önce yazdıklarımla tekrar yüzleşmemek için, yorumlara cevap yazma konusunu da çok ihmal ediyorum... Bu konuda çok da mahcubum aslında... Bu yazım aynı zamanda yorumlarına feedback alamayan arkadaşlarıma bir nevi özür dileme olsun...

Şimdi sırada en çok tıklama alan postlarım var... Yazıların çoğunu unutmuş gitmişim, tekrar açıp okumam gerekti... Okuyunca ben de hak verdim... Eh, fena yazılar değilmiş doğrusu dedim...

1. Kazanma hırsı ve Turkcell örneği (272 tık)

2. Evet mi desem, hayır mı? (106 tık)

3. Tecavüze uğrayan kısraklar (53 tık)

4. Staj (37 tık)

5. Veli toplantısı (26 tık)

Görevimi tamamlamış olmanın huzuru içinde ben de beş kişiyi mimlemem gerekiyor ama yapmayacağım bunu... Şu cuma akşamı ne güzel hafta sonu planları yaparken kimseciklere iş çıkaramam şimdi... İsteyen seve seve alsın bu mimlerden deme gibi bir anlamsızlığa da imza atamam... O halde herkesciklere güzel bir hafta sonu diliyorum...

14 Ekim 2010 Perşembe

Türk; övün, çalış, güven...

Atatürk'ün bu sözünü çok severim... Cesaretlendirme, moral verme, öz güven aşılama, çalışmaya teşvik etme... İyiden yana ne ararsan var bu cümlede... Nebileyim "Ne mutlu Türküm diyene" veya "Bir Türk dünyaya bedeldir" gibi sözlerdeki sığlık ve neden-sonuç ilişkisinden yoksunluk yer almaz bu cümlede... Nerede bu sözü görsem derin derin düşünürüm... Anlam zenginliğine bir kez daha hayran kalırım... Her ne kadar sürekli yanlış yazılmış olarak karşıma çıksa da... Nedense "övünme" kelimesi hep "öğünme" olarak yazılır...

Nereden aklıma düştü şimdi bu söz?.. Anlatayım müsadenizle... Bütün dünya şu Şili'deki maden ocağında mahsur kalan 33 madencinin kurtarılması hadisesine kitlendi ya... Dün işten sonra eve geldim... Baktım eşim televizyona kitlenmiş sayıp duruyor... 16. da sağ salim çıktı... 17, 18... Gece geç saatlerde yatağa gittiğimde son olarak 21. kişi çıkmıştı gün yüzüne... Sabahleyin haberlere baktığımda nihayet hepsi kurtarılmıştı sağ salimen...

Esasen büyük başarı... En ufak riskleri bile hesaba katarak yapılan bir kurtarama operasyonu... Hiç acele etmeden, paniklemeden, panikletmeden... Düşündüm de bizde olsa kesin halat kopardı beşinci madenciden sonra... Hele bir sağlık görevlisi ile bir teknisyenin rehberlik yapmak için aşağıya kuyuya inmesine resmen şapka çıkardım...

Peki bütün bunların yukarıdaki sözle ne bağlantısı var diyeceksiniz şimdi... Olmaz mı efendim... Şili'deki bu muazzam başarı kıskançlık damarını kabartmış sayın bakanımızın... Hemencecik demeci patlatmış sayın bakanımız Ömer Dinçer... "Onlar 69 günde kurtardı, biz 3 günde kurtarırdık" demiş... Hemde Zonguldak'ta iki madencimizin cesedi hala yerin altında beklerken... Bilirim yapar... 3 günde değil, 2 günde de yapar... Matkabın ucunu madencilerin yanına indirir indirmesine de... Madenciler sağ mı çıkar, delik deşik olmuş bir vaziyette mi çıkar orasını bilemem ben... Bizde mutlak başarı önemsizdir... Önemli olan ne kadar kısa sürede olayın bitirildiğidir... Haa bu arada 3-5 kişi ölmüş, önemli değil... Kurtarma zayiatı denir, olur biter... Aynen Melih Gökçek'in köprüleri gibi... 61. Gün Köprüsü, 28. Gün Köprüsü, vs... Köprünün bağlantı yolları olmamış, atılan asfalt üç gün sonra çökmüş, her gün kaza olmuş, önemli değil bunlar... Ayrıntıdır onlar...

Sayın bakan uyarıyor bizi... Şili'deki ile bizimkileri karıştırmayın diyor... Oradaki "göçük", bizimkiler "patlama" diyor... Sanki patlamaların olmaması için yapılması gerekenleri ben takip edip denetleyeceğim... Ya da patlama dediği şeyin önlenemez bir hadise olmadığını bilmem ki nasıl anlatacağım sayın bakana...

Her neyse... Biz övünmemize bakalım... Çalışıp, güvenme kısmı mı?.. Ayrıntıdır orası... Özüne bakalım olayın...

8 Ekim 2010 Cuma

Gandi nereye...

Kılıçdaroğlu'nun bir Gandi edasıyla gelişi heyecanlandırmıştı geniş kitleleri... Özellikle de alternatif bir renk arayanları... Ben de heyecanlanmıştım doğrusu... Heyecanımı hala da muhafaza etmeye çalışıyorum... Zira ülkemiz için ortanın solunda güçlü bir partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum...

Peki Gandi hareketi nasıl gidiyor? Bu konuda net sinyaller alamıyorum maalesef... Zira referandum sonrası her kesimde siyasi bir yorgunluk var... Ortada bir atalet havası var ama bu durum herkes için geçerli... Dolayısıyla Gandi hakkında iddialı gözlemlerde bulunamıyorum...

Yine de bir fikrim var tabi ki... Referandum süreci ve sonrasındaki atmosfere bakılacak olursa, Gandi için "işte bu" diyemiyorum maalesef... Yavan bir tarafı var... Yeterli heyecanı da yok, yeterli heyecan da yaratamıyor... Sanki elbise üzerine bol gelmiş gibi bir hali var... Bu günler için bir hazırlığı olmadığı kesin... Özal vari plan program sunamıyor, kangren olmuş meseleleri çarpıcı bir şekilde ortaya koyup "çözümü şuduır" diyemiyor... AKP'nin kuyruğuna takılmış bir görüntü veriyor her daim... Yerli yersiz çıkışları oluyor zaman zaman... Genel af gibi... Türban meselesi gibi...

Genel af konusunda söylediklerini kendisinin bile tam olarak anladığını sanmıyorum... Türban konusuna da bu güne kadar pek kafa yormadığı anlaşılıyor... Sorunun ne olduğunu bile tam olarak bildiğini sanmıyorum... Bu konuya niye müdahil olduğunu da anlamış değilim... CHP'nin bu konuda geleneksel bir yaklaşımı var malum...  Bu yaklaşım da kolay kolay değişecek gibi değil... Tarihsel ve sosyolojik derinliği var bu yaklaşımın... Bu konuya girmek, paçayı sıvamadan buturaklı tarlaya dalmak gibi bir şey... Çözeceğim diyor, başka da bir şey söylemiyor... Bırakın türban konusunda sıkıntı yaşayan kesimi, CHP tabanında bile "evet çözer" dedirtebildiğini sanmıyorum... Sonra Pakistan'dan, İran'dan örnekler veriyor... Konuyu anlamadığı oradan belli... Verdiği örnekler, oradaki dindar kesimin örtünme şekli değil... Bilakis normal koşullarda örtünmeyecek olanların zoraki örtünmeleri... Yani şunu demek istiyorum... Gandi kültürel ve fikirsel zenginlik olarak Baykal'ın eline su bile dökemez...

Taktik konusunda da çok toy kalıyor bizim Gandi... Türban konusunda kendini bağladı ya... Kaçırır mı bu fırsatı AKP... Bak hemencecik "türbanlıya karışma genelgesi" gönderdi üniversitelere YÖK... Doğal olarak sesini bile çıkaramadı CHP... Zira "çözeceksin madem ne itiraz ediyorsun kardeşim" derler adama... Kürt meselesinde de net bir fikrinin olduğunu sanmıyorum CHP'nin ve Kılıçdaroğlu'nun... Bu konuda sınırlarımızı aşan baskılar sonucunda yeni gelişmeler oldukça yalpalayıp duracak gibi gözüküyor CHP... Kılıçdaroğlu bu konularda çok hazırlıksız gibi... Baykal kıvraklığı da yok... Mikrofonu ağzına dayadıklarında bocalayıp duruyorsun haliyle...

Esasen Kılıçdaroğlu'nun Gandi olmasını sağlayacak mesleki, kültürel ve siyasi bir geçmişi de yok gibi... SSK Genel Müdürlüğü falan hikaye görevler... Bu görevlerde insanın kendini yetiştirip geliştirmesi mümkün olmaz... Günlük rutin vazifelerin dışına çıkamazsınız bu görevlerde... Kılıçdaroğlu'nu Kılıçdaroğlu yapan meslek Hesap Uzmanlığı mesleğidir... Bu meslek saygın bir meslektir... Torpilin falan işlemediği nadir memurluklardan biridir... Üniversitelerden mezun olan en başarılı öğrencileri seçerler ve iyi eğitirler... İyi de ahlak verirler... Dürüst adam yetiştirir Hesap Uzmanları Kurulu... Yamuğu, çürüğü pek olmaz bu camianın... Çok çalışır Hesap Uzmanları... Tüyü bitmemiş yetimin hakkını hırsızlara kaptırmamak için aşırı gayret gösterirler... Ama alanları çok dardır... Maliye, muhasebe ve vergi dışına pek çıkmazlar... Biraz da iktisat bilirler o kadar... Bu anlamda en girift dosyaları analiz edebilir hesap uzmanları... İçinden çıkılmaz dosyaları çözebilir hesap uzmanları... Yalnız çalışır hesap uzmanları... Bir dosya üzerinde aylarca, yıllarca çalışır... Dalar gider dosya deryasına... Çözer hesap uzmanı... Kim neyi kaça almış, kaça satmış, ne kazanmış, ne beyan etmiş, ne kaçırmış, nasıl kaçırmış, kaçırdığını nerede saklamış... Bunları iyi bilir hesap uzmanı... Kısacası kendi görevini iyi bilir ve iyi yapar hersap uzmanı... Ama fazlasını beklememek gerekir hesap uzmanından... Fazlasını da öğrenmeye kalksa kendi mesleğinde derin olamaz zaten hesap uzmanı... Dolayısıyla siyaset uzmanlığı beklememek gerekir hesap uzmanından...

Bu hesap uzmanlığı mevzuuna niye bu kadar derin girdim peki?.. Çünkü biz Kılıçdaroğlu'nu hesap uzmanlığı yönüyle tanıdık da ondan... Dosya arayan, dosya sorgulayan, olayları iyi analiz eden ve tezini belgelerle ıspatlayan Kılıçdaroğlu... Evet, Kılıçdaroğlu bu konuda çok başarılı... Çünkü uzmanlık alanı bu... Fazlasını beklememek gerekir...

İçimden bir ses Hesap Uzmanlığı konusunda çok iddialı konuştun diyor... Evet farkındayım... Aslında hiç bir konuda bu kadar iddialı konuşmamak gerek... Zira birileri çıkar, Unakıtan'da hesap uzmanı kökenliydi deyiverir... Neyse kimse demeden ben demiş olayım ve Unakıtan mevzuunu başka bir yazıya saklayalım... Bak şimdi aklıma Ahsen Hanım düştü... Ne kadar da özlemişim sempatik yüzünü... Clevland falan derken unuttuk gittik kendisini... Gerçekten özlemişim Ahsen Hanımı... Tonton yengem benim...

Çok uzun oldu farkındayım... Hemencecik topluyorum... Ama üç beş kelimeyle de toplanmaz ki bu mevzu... Neyse... Olduğu kadar... Evet Gandi hayali suya düştü gibi... Ama umut fakirin ekmeği... Ye memet ye... Daha seçime çok... Çok sular akar bu köprünün altından...

4 Ekim 2010 Pazartesi

ÖSYM 2...

Daha önce ÖSYM üzerine bir yazı yazmıştım malumunuz... Bu kurumu önemsediğimi, başkansız bırakılmaması gerektiğini, eski saygınlığını bir an önce tekrar kazanması gerektiğini falan yazmıştım... Bu konuda YÖK bir adım attı ve bir profesörü vekaleten ÖSYM başkanı olarak görevlendirdi... Bu vekaleten görevlendirmelere oldum olası kıl olurum... Bir nevi "rüştünü bir ıspatla" der gibi bişeydir vekaleten görevlendirmeler... Atanan kişiye güvenmediğinizi daha baştan hissettirmiş oluyorsunuz... Hadi bir başla da görelim der gibi... Atanan vekilin psikolojisini tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde... Hep bir kendini ıspatlama gayreti... Asaleten atama süreci geciktikçe siz bile kendinize güveninizi kaybediyorsunuz yavaştan... Olacak şey değil, ama çok oluyor ülkemizde maalesef... Her neyse konumuz şimdi bu vekalet-asalet meselesi değil...

ÖSYM üzerine ikinci seri bu yazıyı kaleme almamın sebebi, Nur Hanımefendinin "yeni başkanı nasıl buldunuz" şeklindeki sorusudur... Nedense "iyi buldum, okumuş mühendis olmuş, yetmemiş profesör olmuş. Daha ne olsun" şeklinde geçiştirme bir cevap vermek istemedim Nur Hanıma...

Boşalan ÖSYM başkanlığına Prof. Ali Demir atandı biliyorsunuz... Kendisini tanımam... Mutlaka değerli bir bilim adamıdır... Gazetelerde ilk resmini gördüğümde içimden bir "eyvah" sesi geldi her nedense... Fiziksel görünümünden yeterli elektriği alamadım herhalde... Kılığı, kıyafeti "yanlış seçim" der gibi bişeydi işte... Ama bunu kimseyle paylaşmak istemedim... Aslında hala da paylaşmak istemiyorum... Bu konuda gerçekten samimiyim... Çünkü tanımıyorum ve sadece fiziki görünüşüyle insanları değerlendirmek istemiyorum... Hem de bir resme bakarak...

Ben aslında insanların fiziki görünümüne bakarak çıkarımlarda bulunmayı sık yaparım... Bu konuda bir hayli de başarılı olduğumu düşünürüm... Esasen pek yabana atacak bir yöntem de değildir bu... Ne de olsa özü yüzüne yansır insanın... Gözlem yeteneğinize bağlı olarak başarıyla kullanabilirsiniz bu yüz okuma yöntemini... Ama ben bir defasında fena yanıldım bu yöntemde... Onun için iddialı değilim artık...

Yanılmam THY Genel Müdürü Temel Kotil'de oldu... Onu medyada ilk gördüğümde "seneye varmaz çakılır bizim teyyarelerin hepsi" demiştim... Nedense o görüntü ile THY Genel Müdürlüğü'nü tek kareye oturtamamıştım... Apronda deve ve terlikli umre görüntüleri de "tamam bu iş" dedirtmişti bana... Ama öyle olmadı... Şahlandı THY onun döneminde... Hem karlılıkta, hem de ciroda aldı başını gitti... Bir dünya markası olma yolunda ilerliyor bizim THY artık... Ki araştırdım, bu başarıda kilit isim Temel Kotil'miş... Bu nedenle yüz okumayı sadece hobi olarak yapıyorum artık... Esaslı konularda ihtiyatlı davranıyorum... Yanılma payını hiç gözardı etmiyorum...

O nedenledir ki, Prof. Ali Demir konusunda bişey söyleyemiyorum... Bir kanaat tabiki oluştu bende ama... Etrafa anons edecek kadar değil... Bekleyip göreceğiz artık... Umarım başarılı olur, umarım şaha kalkar ÖSYM onun döneminde... Başarı dileklerim onun için...

1 Ekim 2010 Cuma

Kıskandım Hanefi Avcı'yı...

Garip haller oluyor bana... İlk defa tutuklanıp kodese tıkılan birini kıskanıyorum... Keşke yerinde ben olsaydım diyorum... Biliyorum ki hapishaneler artık eski bildik hapishaneler değil... Değişti, gelişti... İmkanları, konforu arttı... Avrupa Birliği komiserleri her gün teftişte... Şurası olmamış değiştir, burası olmamış değiştir... Hapishane değil, yaz kampı sanki... Sıradan bir mahkum da değilsin... Gardiyanlar, müdürler biraz da müsamaha gösterdiler mi kıralsın işte... Ne de olsa medyatik birisin sen... Yazılıp çizilene bakılırsa, normal hayatın da pek mahkumlarınkinden farklı geçmemiş... Hiç tatil yapmamışsın... Hiç lüks bir lokantada yemek yememişsin... Şöyle bir eğlenip evkar dağıtmamışsın hiç... Öyleyse ne farkeder? Ha silivri kodesi, ha Eskişehir polis lojmanı...

Sen kodeste yatıp dinlenirken, kitabın da iyi satıyor maşallah... Geçenlerde Migros'ta dolaşırken gördüm... Onbeşinci baskıyı yapmış, fiyatı da 25 gaymek... Yine bu günkü Hürriyet'te vardı, satış rakamı 600 bini geçmiş... Konu biraz daha gündemde tutulursa haftaya bir milyonu geçer... Sanırım o kadarını da planlamıştır kurt polis şefi... İyi kazanç... Orta ölçekli bir KOBİ'nin yirmi yıllık kazancı sayılır... Allah daha da çok versin...

Şaka yollu da olsa olay bu... Ergenekon, referandum falan derken bir de Hanefi Avcı meselemiz oldu artık... Hangi kanalı açsam mevzu aynı... Hanefi Avcı, kitabı Haliçte Yaşayan Simonlar ve son tutuklanma hadisesi... Habercilere malzeme bol... Az kalsın unutuyordum, bir de ortaya çıkan sevgilisi... Bu da üzerine ballı kaymak artık...

Kitabı daha tam okuyamadığım için o konuda şimdilik yorum yapamıyorum... Malumunuz 500 küsur sayfa... Daha yüz sayfa kadarını okuyabildim... Başkasına belki de en sıkıcı gelen bölüm burasıdır ama ben ilgiyle okudum... Zira burası ilk göreve başlama anılarını içeriyor... 1976 yılında Mersin'in Gülnar ilçesinde komiser olarak göreve başlıyor ve dört yıl kadar burada görev yapıyor... Ben de bir yıl sonra, 1977 yılında tam burada ortaokula başlıyorum... Yani üç yıl aynı caddeleri arşınlayıp, aynı lokantada çorba kaşıklıyor(muş)uz... Zira Gülnar küçük bir kasaba... Köy gibi bir yer... Şimdi de çok farklı değil ama o yıllarda iki küçük caddesi, iki üç kahvehanesi, bir pastanesi, iki eczanesi, iki de lokantası olan olan küçük bir yer... Geçmişde üç yılımız kesişmiş... O genç bir polis, ben de köyden okumak için kasabaya gelmiş toy bir öğrenci... Sağ sol kavgalarında ilgiyle izlediğim üniformalılardan birisi hiç şüphesiz oymuş... Kitabında bahsettiği anılarında kendi geçmişimden de bir kesit yakaladığım için Avcı hikayesi ilginç geldi bana...

Bu konuda sanırım daha çok yazı yazarım ben... Onun için şu an pek uzatma düşüncesinde değilim... Bir giriş olsun bu yazı... Aslında merak da etmiyor değilim... Bu kitabın zamanlaması niye böyle oldu... Kitap yayınlandı, niye peşinden örgüt üyesi gerekçesiyle tutuklama geldi... Kitap yazıldığı için mi tutuklandı, yoksa tutuklanmamak için mi kitap yazıldı?.. Bu ve benzeri soruların cevabı henüz yok... Bu konular daha çok meşgul edecek gibi bizleri...

Giriş bu kadar... Gelişme ve sonuç bölümlerinde görüşmek üzere...