22 Eylül 2010 Çarşamba

ÖSYM...

ÖSYM başkanı Ünal Yarımağan dün görevden ayrıldı... Haberlerde izledim, kurumdan ayrılışı sırasında personeli uğurluyordu onu... Hem personelin, hem de kendisinin oldukça duygulu anlar yaşadığı yüz ifadelerinden anlaşılıyordu... Böyle durumların ne kadar zor olabileceğini anlayabiliyorum... Kolay değil, yıllarca gece gündüz çalış çabala... Bişeyler yapmak için uğraş... Sonunda bir skandalla "başaramadı" yaftasını ye ve ayrıl... Hiç kolay değil... Hem de alabildiğine sevimsiz bir durum...

Ünal Yarımağan'ı tanımam... Son kopya skandalına kadar da ÖSYM'nin başında kim varmış diye hiç merak etmemişim... Daha doğrusu ÖSYM denince bende çağrışım yapan tek isim merhum Altan Günalp'tır... Zira 80'li yılların ortalarında üniversite sınavlarına girerken başkan oydu... Biz de ister istemez onun ismini ezbere bilirdik... Ne de olsa onun imzasıyla bir kaç kez zarf almıştık bu kurumdan... O yıllardaki kurumun ismi sanırım ÜSYM idi... Her neyse...

Başkanın istifa haberini ve kurumdan ayrılış görüntülerini üzülerek izledim... Üzüntüm hem başkana dairdi, hem de kurumun kendisine dairdi... Başkanı tanımıyorum ama sıkıntısını gayet iyi anlıyorum... Yüz ifadesine bakılırsa, çok dürüst ve namuslu olduğu da rahatça söylenebilir... Bu da nasıl bir değerlendirme demeyin lutfen... İnsanları anlamanın en kestirme yolu yüz ifadesine bakmaktır... Her şey yazar orada... İyilerin yanında; sahtekarı da, hırsızı da, arsızı da okuyabilirsiniz oradan... Ben şahsen başkanın televizyonlara yansıyan yüz ifadesinden "iyi bir insan" portresi okudum... Aynı zamanda çalışmış ve yorulmuş bir insan görüntüsü de vardı orada... Böyle bir insan için sonuç böyle olmamalıydı ama oldu işte... Bazen süreci yönetemeyebiliyorsunuz... Bu yönüyle sayın başkanın gidişinden derin üzüntü duydum...

Başkan hakkında söylediklerimi kurumun tamamı için söyleyemiyorum maalesef... Belli ki başkanın iyi niyeti ve güveni, personeli tarafından suistimal edilmiş... Ortaya çıkan sıkandallar belki de aysberkin görünen kısmı... Bilemiyorum artık... Ama bu kurumda kendilerinden her türlü melanetin beklenebileceği oldukça kaşarlanmış tiplerin olduğu anlaşılıyor... İnşallah bu vesileyle iyi bir neşter atılır bu kuruma... İnsanlarımızın güvenini tekrar sağlamak için cesaretle gitmek gerekiyor olayların üstüne...

Bu konuya niye değindim şimdi? ÖSYM sıradan bir kurum değil... Milyonların bel bağladığı, ağzına baktığı bir kurum... Kul hakkı üzerinde en fazla titrenmesi gereken kurum... Ve de en önemlisi... Cumhuriyet Türkiyesinin yaratabildiği ender kurumlardan biri... Bu gün ülkemizdeki köklü ve geleneği olan kuruluşların hemen hemen hepsi Osmanlı'dan miras bize... Harbiyesi, hariciyesi, tıbbiyesi, mülkiyesi hep Osmanlı'dan miras kurumlar... Ama ÖSYM yeni bir kurum olmasına rağmen temelleri sağlam atılmış bir kurumdu... Oralarda torpil, kayırma, kopya gibi işlerin olabileceği kimsenin aklına gelmezdi... Hiç bir milletvekili, hiç bir bakan "hamili kart yakınımdır" diye birilerini göndermezdi oraya... En azından böyle bilinir, böyle algılanırdı... Ama son kopya sakandalı altüst etti her şeyi... İmajı zedelendi bu güzide kurumun... Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır... Ama yine de elden ne geliyorsa yapılması lazım... Kurtarılması lazım bu kurumun imajı... Kurtarılabildiği kadar... Zira kolay olmuyor kurumsal yapıların tesisi... Yapması zor ama yıkması çok kolay...

Ülkemizde ciddi bir dejenerasyon süreci yaşanıyor... Yılların birikimiyle oluşmuş köklü kurumlar çatırdıyor artık... Hariciye, maliye, mülkiye bu hale geldi maalesef... Gelenekler, teamüller işlemez oldu bu kurumlarda... Askeriye de farksız... Ülkemiz kalkınıp geliştikçe daha da mükemmelleşmesi gereken bu kurumlar, geçmişini mum ışığıyla arıyor şimdilerde... Yeni oluşturduğumuz kurumlar ise hiç istikbal vaadetmiyor... Son on yılda 8-10 tane yeni kurum oluşturuldu... Çoğunluğu üst kurul niteliğinde bu kurumların... Ama bakıyorsunuz Rekabet Kurumu dışında kurumsal bir yapıya kavuşmuş bir tek kurum göze çarpmıyor... Yüksek maaşla ayakta duran derme çatma yapılar çoğunluğu... Durum bu iken ÖSYM'nin de elden gitmesine gönül razı olmuyor... Dur demek lazım... İzin vermemek lazım... Bişeyler yapmak lazım...

Her şeyden önce de ÖSYM'yi eski saygınlığına taşıyacak yeni bir başkan... Saygın ve bilge bir şahsiyet... Vekaleten falan değil, asaleten... Hemen, derhal... Siyasi nüfuzu ağır basanların ağzı sulanmadan...

21 Eylül 2010 Salı

Okullar açıldı, herkes ödev başına!

Okullar dün açıldı malumunuz... Biz gibi çocuklu ailelerin okul telaşesi çoktan başladı bile... Neyse ki kitap bulma koşuşturmacası yok artık... Okulun ilk günü kitaplar teslim ediliyor öğrencilere... Neydi öyle eskiden... Saatlerce kitap kuyruğuna girilir, elindeki listenin temin edilmesine çalışılırdı... Mutlaka bir veya iki kitap da eksik olurdu ha... Gel de bul bulabilirsen bunları... Dolap beygiri gibi şehir sokaklarında dön babam dön iki kitap uğruna... Bu konuda yapılanlara gerçekten müteşekkirim... Basit bişey ama bir o kadar da anlamlı...

Defter işi de kolay artık... Eskiden niye o kadar pahalıydı bu defterler anlayamıyorum... Şimdilerde hem ucuz, hem de çeşit çeşit... Erişimi kolay anlayacağınız...

Defter kitap işi hallolunca işler tamam sanmayın... Boş bırakırlar mı biz velileri hiç? Servisti, yemekti, kurstu, etkinlikti derken sürüyle yapacak yeni işler bulmuşlar bize... "Boş bırakmaya gelmez bu veliler" gibisinden bir anlayış hakim anlaşılan... En zoru da defter kitap kaplaması... Oldum olası illet olurum şu kaplama işine... Aha şuracıktan sesleniyorum milli eğitimimizin en mümtaz yetkililerine... Bir iyilik yaptınız bari tam yapınız lutfen... Kaplık gerektirmeyen bir kitap kapağı tasarlarsanız ne kadar daha dua alacağınızı tahmin bile edemezsiniz... Kapakların üzerine jelatin gibi bişey mi preslersiniz bilemem orasını artık... Ama yapın bişeyler ne olur... Kurtarın bizi bu kitap kaplama işgencesinden... İki çocuk, toplam kırk civarında defter kitap... Düşünmesi bile tüylerimi diken diken ediyor... Küçüğün öğretmeni talimatı vermiş bile, hafta sonuna kadar bitecekmiş kaplık işleri... Kitaplar kırmızı şeffaf, defterler mavi şeffaf olacakmış... Başka emriniz?.. Neyse ki Günsel öğretmenin daha bu blogdan haberi yok!..

Diyeceksiniz ki size ne, kaplasın çocuklar kendileri... Haklısınız... Demesi de kolay... Ama alacağınız yok... Bizde mi arıza var, yoksa bizim çocuklarda mı bilemiyorum ama bu iş bizim elimize bakıyor... Homurdanmanın, nazlanmanın alemi yok, eninde sonunda biz yapacağız bu işi... Tıpkı daha önceki yıllarda olduğu gibi... Haa bu kadar sızlanmaya ne gerek var, kaplayıverin olsun bitsin, öbür ucu topu topuna kırk defter kitap değil mi diyebilirsiniz... Haklısınız ama gerçekten sevmiyorum bu işi... Hele binbir zahmet yapıp edip son bandı yapıştırdıktan sonra bir de bakmışsınız ki kapağın bir ucu gerilmiş... Hadiii sök gerisin geri bütün bantları... Düşünmesi bile bi kabus...

Bir blog arkadaşımın şiirlerinin birinde geçerdi, "ben hiç çocuk olmamıştım aslında" diye... Tam tersi bizim çocuklar hiç büyümeyecek galiba... Ya da büyümelerine biz izin vermeyeceğiz hiç... Ne zaman ki bizim çocuklar kendi kitaplarını kaplamaya başlayacaklar, ben anlayacağım ki onlar büyüdü artık... Olur mu acaba? Görür müyüz o günleri? İyi de biz ne yapacağız o zaman? Onlar büyüdüğüne göre biz ne olmuş olacağız? En iyisi sızlanmayı bırakıp kaplamaya devam edelim... Hem de sonsuza dek...

15 Eylül 2010 Çarşamba

Dolmuş...

Keşke hazin bir kaza üzerine yazıyor olmasaydım bu yazıyı... Keşke onca vatandaşımızın ölümü sebep olmasaydı bu yazıya... Ama öyle olmadı işte... Haberlerde izlemişsinizdir, kırmızı ışıkta geçen sorumsuz bir dolmuş sürücüsü ondört vatandaşımızı ölüme götürdü... Çok acı bir tabloydu... İzlerken tüylerim diken diken oldu... Allah insanlarımızı böyle felaketlerden korusun...

Bu dolmuş işi zaman zaman kafamı kurcalar... Adamların kabalığı, kural tanımazlığı, arabaların pisliği falan değil kafamı kurcalayan... Ya da boşken yavaş gidip adamı uyuz etmeleri, her gördüğü yayaya potansiyel müşteri edasıyla korna çalmaları, başka yolcu alacak boşluk kalmayınca da adeta kanatlanmaları falan değil kafama takılan... Bunlar veri artık... Binerken eli mahkum kabulleniyorsunuz bunları... Bir dolmuş güzergahında araba kullanıyorsanız, her an bir dolmuş tarafından sıkıştırılabileceğinizi falan da biliyorsunuz... Bunlar kanıksadığımız şeyler... Sürprize açık bir tarafı yok yani...

Asıl meseleye geçmeden önce bu dolmuş rantına da bir değinmek istiyorum... Hasbel kader bir dolmuş ruhsatı almışsanız sonsuza kadar bir imtiyazın üzerinde oturmuş oluyorsunuz... Ne tatlı bir kazançtır bu böyle... Dolmuş eskiyor, sahipleri değişiyor ama plaka imtiyazını koruyor... Hem de sonsuza kadar... Var mı böyle bişey ya?.. İmtiyaz dediğiniz şey süreli olur... Bir ihaleyle falan verilir... Kamu yararı gözetilir... Ama dolmuş ve takside durum farklıdır... Sanırım özel halk otobüslerinin bir kısmı da böyle... Sonsuza kadar size çalışır bu araçlar... Sıkıldınız mı bu işten?.. Kolayı var... Satarsınız bir kaç trilyona, yedi sülalenizi besler aldığınız para... Nasıl olsa zamanında akıllıca bir yatırım yapmışsınız...

Asıl meseleye geliyorum şimdi... Tamam dolmuşçulara kaptırmışız yakamızı... İptal edemiyoruz imtiyazlarını... Ya da siyaseten yanaşamıyoruz buna... Odaları, federasyonları falan var... Örgütlüler yani... Koku almayı da iyi beceriyorlar... Belediye seçimlerinde kazanacak adayları iyi tahmin edip zamanında yatırımlarını yapıyorlar... Doğru zamanda doğru pozisyon alıyorlar yani... Tamam o zaman... Anlaştık, bunlarla yaşamak zorundayız... Ama biraz regüle edilemez mi bunlar?.. Disipline etmek çok mu zor bunları? En basitinden kullandıkları arabalara bir standart getirilemez mi? Ne bileyim koltuk ebatı, koltuk aralığı, kliması, tavan yüksekliği falan işte... Çok mu zor bunlar?

Şahsen ben zaman zaman binerim dolmuşlara... Sanırım bir düzenleme var ki, hepsinde şoför hariç 14 koltuk bulunur... En azından bizim Ankara'dakiler böyle... Ama garip olanı şudur: Her biri minnacık olan 14 koltuk toplam boşluğun üçte birine sıkıştırılmış, kalan üçte ikisi ise boş bırakılmış... Sanki düğün salonu da oyun oynama alanı gibi... Yani aslında araba ayakta yolcu taşımak üzere dizayn edilmiş... Madem öyle, niye bu 14 koltuk şartı var... Ya da bu 14 koltuk şartını koydun, niye izin veriyorsun bu yarıdan fazlası koltuksuz olan ucube arabalara... Kural varsa uygula, ya da kuralı kaldır... Ama olmaz bir türlü... Yıldan yıla ebatı büyür bu arabaların... Ama koltuk sayısı hiç değişmez, hatta ebatı küçülür bile... Geçenlerde rastladım, Deutz-Magirus (ismini yanlış yazmış olabilirim ama Anakar'daki hakim dolmuş markası) marka aracın yeni modeli çıkmış, dolmuş olarak kullanılıyor... Otobüs sanki... İnanılmaz büyüklükte... Ama bu da 14 koltuklu... Görünce bu kadarına da pes dedim doğrusu... Peki görmüyor mu görevliler bu çarpık durumu? Görmez olur mu hiç? Görüyorlar da işte... Kör, sağır ve dilsizler... Ne diyeyim ben şimdi...

Şehircilikte toplu taşıma önemli iştir... Anladım, modern yöntemlerle yapamıyoruz bunu, adına dolmuş dediğimiz ucube yöntemlerle yapmaya çalışıyoruz bu işi... Tamam, bari biraz disipline edelim bu yapıyı... Standartlar koyalım ve sıkı denetimler getirelim... İnsan canı söz konusu bu işte... Gözünü para hırsı bürümüş sorumsuzların insafına bırakmayalım bu canları... Görevimizin gereğini yapalım kısacası... Ki, ölmesin insanlar...

14 Eylül 2010 Salı

Geçti gitti işte...

Referandum nihayet bitti... Sonucu çok önemsememiştim zaten... Olaya kara veya ak penceresinden hiç bakmamıştım... Umarım etraftaki seçim havası da en kısa zamanda dağılır ve bunun getirdiği derin ayrışma son bulur... Zira sevmiyorum kamplaşmaları... Nedense ülkemde derin bir güvensizlik hakim... İnsanlarımız kuşkuyla bakıyor birbirine... Biri diğerini eğitimsiz, lümpen buluyor... Herkes kendi bakış açısını tek doğru olarak görüyor... Halbuki tek doğru diye bir şey yok... Herkesin doğrusu kendine... Yeter ki dayatma olmasın...

Referandum sonuçları bana göre normal... Sürpriz değil yani... Her zaman sokaktaki insanı önemserim... Onun ne düşündüğünü öğrenmeye, anlamaya çalışırım... Sokaktaki vatandaş Tayyip Erdoğan'a güvenmeye devam ediyor... Özellikle AKP veya Ak Parti demedim de Tayyip Erdoğan dedim... Zira o kunuda net bir fikrim yok... Yani kurumsal olarak AKP'nin bir benimsenmişliği var mı bilemiyorum... Ama vatandaşımızın Tayyip Erdoğan'a teveccühünü net olarak görebiliyorum... Bu kolay bir şey değil... Takdir etmek gerekiyor Tayyip Erdoğan'ı... İki seçim dönemi geçmiş hala dimdik ayakta... Üçüncü seçimi de güçlü şekilde kazanacağından şüpheniz olmasın... Türk siyasi tarihinde bu başarının başka bir örneği yok gibi...

Bu başarıyı değişik şekillerde izah edebilirsiniz... Kömür dağıttı, makarna dağıttı, buzdolabı dağıttı falan diyebilirsiniz... Amerika destekledi, AB destekledi falan da diyebilirsiniz... İtirazım olmaz... Ama yiğidin hakkını teslim etmek gerekir... Neyle izah ederseniz edin bu bir başarıdır... Hem de büyük bir başarı... Türkiye'de üç dönem üst üste seçim kazanmak büyük marifet ister... Bunun tılsımı nedir bilemiyorum... Zira yurdum insanı tez sever, çabuk bıkar... Normal koşullarda bu aşk şimdiye bitmiş olması gerekirdi... Tayyip Bey'den usanmış olması gerekirdi Türk insanının... Ama olmadı nedense... Bıkmadı halkımız... Sanırım insanımız ilk defa kendinden görüyor başbakanı... Ve önemsiyor bu özelliği... Mendereslerin, Demirellerin, Özalların, Ecevitlerin de belki kendilerine benzeyen çok yönleri vardı... Ama mutlaka benzemeyen bir tarafları da vardı... Örneğin Ecevit... Rahmetli "Halkçı Ecevit" olarak bilinirdi ama Robert Koleji mezunuydu... Robert Koleji mezunu biri ne kadar halktan olabiliyorsa, rahmetli de o kadar halktandı yani... Sanırım Tayyip Bey'i katıksız halktan biri olarak görüyor vatandaşımız... Belediyeye işçi olarak girmiş biri, toprak sahalarda top tekmelemiş biri... Her neyse...

Kılıçtaroğu hakkında net bir kanaate ulaşmış değilim... Çok uğraştı, çok çalıştı tamam... Ama ne kadar sistematikti bilemem... Türkiye koşullarında siyaset yapmanın inceliklerine ne kadar vakıf bilemiyorum... AKP'nin bu konudaki uzmanlığına şapka çıkarmamak mümkün değil... Ama CHP ve Kılıçtaroğlu konusunda net bir şey söyleyemiyorum... Örneğin niye genel af çağrısında bulundu Kılıçtaroğlu anlamış değilim... Konjonktürel olarak bunun bir getirisinin olmayacağını, bilakis oy kaybettireceğini bilmesi gerekirdi diye düşünüyorum... Hele bir siyasetçinin seçmen kaydını takip etmemiş olmasını anlamak mümkün değil... Bunu hiç bir şekilde izah edemezsiniz... Sanırım bu konu ileride çok başını ağrıtacak Kılıçtaroğlu'nun... İyi malzeme verdi rakiplerinin eline... Seçim meydanlarında "kendi oyuna dahi sahip çıkamayan" diye başlayan nutuklar duyarsanız şaşmayın... Net bir kanaate ulaşmamış olsam da Gandi hareketi bitmiştir demiyorum henüz... Kılıçtaroğlu'nun saflığı, temizliği ve çalışkanlığı mutlaka karşılık bulur bu ülkede diye düşünüyorum...

Bahçeli'nin işi çok daha zordu bu seçimlerde... Hayır safında yer almasını anlayabiliyorum... Ama bunu seçmenine izah etmesi zordu... Gerçekten de zor oldu galiba... Zira seçmeni pek takmışa benzemiyor Bahçeli'yi... Bundan sonraki seçimlerde işi daha da zor olacak Bahçeli'nin...

Evet, seçimler bitti... Sonuç inşallah ülkemiz ve insanlarımız için hayırlı olur... Ayrışma ve kamplaşmanın bir an önce son bulmasını diliyorum... Bu ülke bizim ve hepimizin... Birlikte yaşamaktan başka bir seçeneğimiz yok gibi... O halde birbirimizi üzmek niye... Kardeşçe yaşamak varken...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Militan olabilmek...

Referanduma sayılı günler kaldı... Hala bitaraf vaziyetteyim... Televizyonlarda evetçileri izliyorum, gönlüm evete kayıyor... Hayırcılara kulak veriyorum, içimde bir hayır isyanı kükrüyor... İki taraf arasında salınıp duruyorum... Başbakanımızın ifadesiyle tam bir "bitaraf" durumundayım anlayacağınız... Haliyle güçlü bir bertaraf adayıyım... Her zamanki gibi yine bertaraf olacaklardanız anlaşılan...

Aslında bu paket için niye sandığa gitmek zorunda kaldığımızı da anlayabilmiş değilim... İki maddeyi saymazsak anayasal düzenleme yapmeyı gerektirecek bir şey göremedim ben pakette... Neymiş kamu denetçiliği geliyormuş... İdari uygulamalardan şikayetçi olan vatandaş bu kuruma başvuracakmış... Şu an şikayetimizi başbakanlığa, meclise veya diğer birimlere yazamıyor muyuz sanki? Yazıyoruz da bir sonuç alamıyoruz... Şu kanunun, şu yönetmeliğin bilmem ne maddesi gereğince şikayetiniz konusunda yapacak bir işlem bulunmamaktadır... Haklısın da alacağın yok gibi... Değişen ne olacak peki? Yine aynısı... Bu defa da "yapacak bir işlem bulunmamaktadır" cevabını bu yeni kurumdan alacağız... Ha hiç mi faydası yok? Olmaz olur mu... Üç beş arkadaşa üst düzey atama imkanı doğmuş olacak... Adaylar şimdiden belirlenmiştir bile... En azından birileri sulanmaya başlamıştır çoktan...

Neymiş kadınlara, şehit yakınlarına ve gazilere pozitif ayrımcılık imkanı getiriyormuş paket... Sanki bu kitle yararına bir şeyler yapmaya çalıştınız da, birileri "eşitliğe aykırı, yapamazsınız" dedi... Siz de anayasaya baktınız ve kanun önünde herkes eşittir yazdığını gördünüz... Zaten anayasal eşitliği bozacak hiç bir şey yapmadığınızdan eliniz kolunuz bağlı kalakaldınız öylesine... TOKİ yıllardır şehit yakınlarına çok uygun koşullarda ev veriyor... Birileri niye ayrımcılık yapıyorsunuz diye TOKİ'nin kapısına mı dayandı bu güne kadar? Geçiniz bunu... Dostlar alışverişte görsün misali...

Maddelerin çoğu bu türden şeyler... Yani çağdaş bir devletin rutin uygulamaları kapsamındaki şeyler... Bunun için anayasal düzenleme yapmaya hiç gerek yok... Ha bir de 12 Eylül darbecilerinin dokunulmazlığı kalkıyormuş... Yani doksan küsur yaşındaki Evren'den hesap sorulacakmış... Külahıma anlatın siz onu... Uyanın da balığa gidelim... Zamanaşımı denen bir şey var bu ülkede... O defterler kapanalı çok oldu...

Gelelim şu iki maddeye... Üzerinde fırtına kopartılan maddelere... Yani anayasa mahkemesi ile HSYK üyeliklerinin sayısının arttırılması maddesine... Dananın kuyruğu bu iki maddede kopuyor... Diğer maddeler dolgu malzemesi... Olsa da olur, olmasa da... Benim anlayamadığım da tam bu aslında... Anayasa mahkemesi ile HSYK'da on üye olsa ne olur, onbeş üye olsa ne olur, yirmi üye olsa ne olur? Üye olabilenler için çok şey olur, onu anlayabilirim... 65 yaşına kadar en kıyağından bir işi olmuş olur, makam odası olur, makam arabası olur, sekreteri olur, çok parası olur, havası olur, civası olur, vs... Bunlardan bana ne peki... Anayasa mahkemesindeki üye sayısının 11'den 15'e çıkmasına evet dersem demokrat sayılacağım, hayır dersem statükocu sayılacağım öyle mi? Bana kalırsa 5'e inmeli... Hem de derhal... Ne farkeder, ha 5 ha 15... Bari tasarruf edilmiş olur...

Bu iki madde hakkında kimse samimi konuşmuyor... Bu işin demokratlıkla falan alakası yok... Olay en yalın haliyle şudur... Efendim bu iki kurumdaki mevcut üyelerin kahir ekseni belli bir dünya görüşüne mensup militan ruhlu insanlardan oluşmakta... Yapılmak istenen de bunlara ilave olarak tam aksi istikametten yeni militanlar yerleştirmek bu kurumlara... Yani yine militan atıyorsunuz ama renkleri farklı... Olayın benim gözlüğüme yansıyan şekli bu... Bunun için bu kadar bağırıp çağırmaya ne gerek var anlayamıyorum... Ne AKP'yi anlayabiliyorum, ne de CHP'yi... MHP'yi hiçten anlayamaz oldum zaten... Devlet bey ne diye yırtıp durur anlamam... Mevcut militanlardan da sana bir hayır yok, gelecek olan militanlardan da... Sana ne o zaman milletin üyeliklerinden... Çekil kenara, fiyestanı yap keyfince...

Evet, ana fikir tam burada gizli... Militan olmak... Ya da militan olabilmek... Devletten yüksek beklentilerin mi var? Militan olacaksın o zaman... Yoksa avucunu yalarsın... Önce mizacına uygun bir görüş benimseyeceksin, sonra da o görüşün militanı olacaksın... Ölümüne o görüşü savunacaksın... Savunmak yetmez, empoze edeceksin... Yırtınacaksın... Korkutacaksın... Bu görüşün gayrisi karanlık diyeceksin... Militanlıkta ne kadar fark yaratırsan o kadar başarılısın demektir... İlk sıraya sen yazılırsın... İlk atamada sen akla gelirsin... İlk ihaleler senin yakınlarında kalır... Yoksa... Yoksa kaybolursun, unutulursun, hatırlanmazsın, yok farzedilirsin... Nasip, kısmet buymuş dersin... Çekilirsin köşene, küsersin... Küsersin makus talihine... Bertaraf olursun kısacası...

Kızmayın başbakana lütfen... Doğru söylüyor o... Kalmayın bi kenarda diyor... Safınızı seçin diyor... Sıklaştırın safınızı diyor... Salınıp durmayın orta yerde diyor... Sistemin işleyişini anlatıyor bize... Uyandırıyor vatandaşı aslında... Bertaraf olursunuz yoksa diyor... Bizi düşünüyor aslında...

Ama ben yapamıyorum... Takılıp kaldım orta yerde... Evete zıplıyorum, evet taşımıyor beni... Hayıra zıplıyorum, hayır taşımıyor beni... Bir elimi evete, diğer elimi hayıra yaslıyorum... İkisi birden itiyor gerisin geri beni... Kala kaldım orta yerlerde... Çaresiz ve yapayalnız...